Biyolojinin İdeolojik Tahrifi
“Özet: Biyoloji, çalışmalarımızın yapılış şeklini değiştiren 'ilerici' politikalardan ciddi bir tehdit ile karşı karşıya. Bu politikalar, biyolojinin hangi alanlarının tabu olduğunu ve hükûmet tarafından finanse edilmeyeceğini ya da bilimsel dergilerde yayımlanmayacağını belirliyor, biyologların yazılarında hangi kelimelerden kaçınmaları gerektiğini dayatıyor ve biyolojinin öğrencilere nasıl öğretileceğini, diğer bilim insanlarına ve halka teknik ve popüler basın aracılığıyla nasıl aktarılacağını dikte ediyor. Bu makaleyi biyolojinin öldüğünü savunmak için değil, ideolojinin biyolojiyi nasıl zehirlediğini göstermek için yazdık. Bize DNA'nın yapısından yeşil devrime ve COVID-19 aşılarının tasarımına kadar birçok ilerleme ve anlayış kazandıran bilim, açık araştırma ve bilimsel iletişim geleneklerimizi boğan siyasi dogmalar tarafından tehdit ediliyor. Tartıştığımız konuların çoğu akademik bilim alanında geçtiği için, birçok bilim insanı düşüncelerini dile getirmeye cesaret edemiyor ve halk bu sorunlardan büyük ölçüde habersiz. Ne yazık ki, bunlar herkes tarafından fark edildiğinde çok geç olabilir.”
Hepimiz, ilerici Solcuları, orta yolculara ve Sağcıları karşı karşıya getiren kültür savaşına aşinayız. Geçmişte, bu gruplar arasında olan çatışmalar siyaset ve sosyokültürel konularla ilgiliydi ve akademide büyük ölçüde beşeri bilimler içerisinde gerçekleşiyordu; lâkin yetmişlerin sosyobiyoloji savaşları ve yaratılışçılığa karşı süren mücadele dışında, biz biyologlar, alanımızın bu tür çatışmalardan kaçındığını düşünürdük. Ne de olsa bilimsel gerçeklik siyasi ideolojiler tarafından kendisine yapılan saldırılardan ve çarpıtmalardan muaf olmalıydı ve çoğumuz laboratuvarlarda çalışmakla meşgul olduğumuz için partizan kavgalara girmiyorduk.
Hepimiz yanıldık. Akademinin içinde ve dışında yer alan bilim insanları, rahatsız edici gerçekleri yanlış aktararak, hatta bunlar hakkında yalan söyleyerek kendi alanlarını politik olarak bu rahatsız edici gerçeklerden arındırmaya başlayan kişiler arasındaydı. Bilimsel jargondaki saldırgan olduğu düşünülen kelimeleri ayıklamak, ezilen olarak görülen insanlara zarar verebilecek sonuçların araştırma makalelerinden çıkarılmasını sağlamak ve bilime ayrılan fonları araştırmadan çok toplumsal reformlara yönlendirmek amacıyla kampanyalar başlatıldı. Amerikan hükûmeti, vergi mükelleflerinin paralarıyla toplanan genetik verileri, bu verilerin analizinin “yaftalayacı” olarak değerlendirilebileceği durumlarda kamuya açık hale getirmeyi dahi reddetti. Başka bir deyişle, bilim - burada tüm STEM (bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik) alanlarından bahsediyoruz - siyaset tarafından büyük ölçüde kirletildi çünkü "ilerici sosyal adalet," bizim gerçek işimizi, yani gerçeği bulmayı, bir kenara itti.
Biyoloji biliminde bu değişiklikler tam bir felaket oldu. İdeologlar, ilgimizi çeken veya önemli bulduğumuz şeyleri araştırma yeteneğimizi zayıflatarak, araştırma desteğini keserek, makalelerin politik tonunu kontrol ederek ve araştırma alanlarını ve araştırmacıların kendilerini şeytanlaştırarak, birçok araştırma alanlarını ortadan kaldırdılar. Bu da insan refahını azaltacaktır çünkü tüm bilim insanlarının bildiği gibi (ısıya dayanıklı bakteriler ile PCR testleri arasındaki bağlantının gösterdiği üzere) sadece saf merakla yürütülen araştırmalardan ne tür faydalar elde edileceğini önceden bilemeyiz; lâkin merakı beslemenin kendi başına bir değeri vardır. Sonuçta, kara delikleri veya Büyük Patlama’yı araştırmak bizi daha sağlıklı ya da zengin yapmaz fakat bu tür şeyleri bilmek yaşamımızı kesinlikle zenginleştirir. Dolayısıyla, ilerici ideolojinin bilime yönelik akademik özgürlüğü aşındırması hem entelektüel hem de maddi açıdan zarar vermektedir.
Biyoloji başka zamanlarda ve yerlerde de ideolojiyle çatışmış olsa da (örneğin Sovyet Lysenko olayı, yaratılışçılık ve aşı karşıtı hareket), mevcut durum tüm bilimsel alanları etkilediği için daha kötüdür. Aynı derecede talihsiz olan bir diğer durum ise bilim insanlarının üniversite yöneticilerinin yardımıyla kendi susturulmalarına ortak olmalarıdır. Bu yazıda, kendi alanımız olan evrimsel ve organizma biyolojisinin nasıl engellendiğine veya ideoloji tarafından yanlış yansıtıldığına dair altı örnek vereceğiz. Her örnek, ideologlar tarafından yayılan bir yanlış ifadenin ve ardından bu ifadenin neden yanlış olduğuna dair kısa bir açıklamayı içerecek. Son olarak, her yanlış ifadenin arkasındaki ideolojiyi ortaya koyacak ve bu durumun bilimsel araştırmaya, eğitime ve bilimin toplumsal anlayışına verdiği zararı değerlendireceğiz. Esas kaygımız biyoloji araştırmalarıdır, yani yeni gerçeklerin keşfidir. Ancak araştırmalar toplumsal etkilerden bağımsız değildir; eğitim ve biyolojik gerçeklerin toplumsal kabulü ile el ele gider. Örneğin, medya tarafından belirli araştırma alanları damgalanırsa, toplumsal anlayış zarar görecek ve bu alanlarda öğretime ve araştırmaya olan ilgi azalacaktır. Biyolojiye olan ilgiyi engelleyerek ya da körelterek, medyanın yanlış yansıtması ya da damgalayıcı tutumu, nihayetinde dünyayı anlama fırsatlarımızı elimizden alacaktır.
Kendi alanımız olan evrimsel biyolojiye odaklanıyoruz çünkü en çok savunma gereksinimi duyduğumuz alan burası; lâkin ilgili ideolojik çatışmaların kimya, fizik, matematik ve hatta bilgisayar bilimi gibi diğer bilimlerde de yaygın olduğunu ekliyoruz. Bahsedilen diğer alanlarda, çatışmalar bilimsel gerçeklerin inkârından ziyade dilin arındırılması, geleneksel liyakat ölçütlerinin değersizleştirilmesi, bilim insanlarının demografik yapısının değiştirilmesi, bilimin öğretilme şeklinin büyük ölçüde değiştirilmesi ve bilimin “sömürgecilikten arındırılması” yönünde daha fazla çaba sarf edilmesini içeriyor. Evrimsel biyoloji, bilimsel gerçeğe yönelik saldırılara özellikle açık olmuştur çünkü en zorlayıcı konuyla ilgilenir: Homo sapiens'in kökeni ve doğası. İlk olarak, türümüz hakkında oldukça yaygın hale gelen bir yanılgı ile başlıyoruz...
1. İnsanlarda cinsiyet, erkek ve kadınlardan oluşan ayrık ve ikili bir dağılım değil, bir spektrumdur.
Biyolojinin en yaygın siyasi çarpıtmalarından biri olan bu ifade yanlıştır (örneğin, Ainsworth 2018), çünkü dünyadaki neredeyse her insan iki farklı kategoriden birine girmektedir. Biyolojik cinsiyetiniz, vücudunuzun büyük, hareketsiz gametler (dişilerin ürettiği yumurta) veya çok küçük, hareketli gametler (erkeklerin ürettiği sperm) yapmak için tasarlanıp tasarlanmadığına göre belirlenir. Bitkilerde bile aynı ikilemi görürüz; polenler küçük spermleri üretir ve yumurtalar büyük yumurtaları taşır. Boyut farkı çok büyük olabilir. Örneğin bir insan yumurtası, tek bir spermin on milyon katı hacme sahiptir. Ve her gamet, kendisini üreten karmaşık bir üreme sistemiyle ilişkilidir. Biyologların “cinsiyetler” olarak tanıdığı bu iki üreme sistemine sahip olan varlıklardır.
Hayvanlarda veya damarlı bitkilerde başka gamet türleri olmadığı ve ara gametler görülmediği için üçüncü bir cinsiyet yoktur. Birçok hayvan ve çiçekli bitki türünde hermafroditler bulunsa da bunlar sadece erkek ve dişi fonksiyonlarını (ve gametleri) tek bir bireyde birleştirir ve “üçüncü bir cinsiyet” oluşturmazlar. Ayrıca, gelişimsel sorunlar bazen hermafroditler de dahil olmak üzere interseks bireylerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Gelişimsel varyantlar çok nadirdir, 5.600 kişiden yalnızca birini (yüzde 0,018) oluşturur ve “diğer cinsiyetleri” temsil etmez. (Doğurgan olan sadece iki gerçek insan hermafrodit vakası biliyoruz; lâkin bireylerden biri sadece erkek olarak, diğeri ise sadece kadın olarak doğurgan olmuştur).
Sadece protistler, mantarlar ve alglerde aynı boyutta gametlere sahip iki veya daha fazla ayrı birey sınıfı vardır (“izogamik”), bu bireyler kendi sınıflarından olmayan her bireyle çiftleşebilirler. Eğer cinsiyet tanımını genişletirseniz, bu bireyler birden fazla cinsiyet olarak görülebilir fakat karışıklığı önlemek için biyologlar bunları “çiftleşme türleri” olarak adlandırır.
Bu nedenle, pratik anlamda, sadece iki cinsiyet vardır. Sadece insanlarda değil, tüm hayvanlar ve bitkilerde de iki cinsiyet vardır. İki cinsiyet, doğal seçilimin bir ikiliğin evrimini desteklemiş olmasından kaynaklanır. Ünlü evrimci Ronald Fisher, 1958'de şu kritik soruyu sormuştur: “Eşeyli üremeyle ilgilenen hiçbir biyolog, üç veya daha fazla cinsiyete sahip organizmaların yaşayacağı ayrıntılı sonuçları incelemeye yönelmez; lâkin cinsiyetlerin neden her zaman iki tane olduğunu anlamak istiyorsa başka ne yapmalıdır?”
İki ayrı gamet tipine sahip olmak, eşeyli üremenin iyi bilinen avantajını elde etmek için gerçekten gerekli olmasa da iki cinsiyetin (cinsiyet ikiliği) evrimi birçok kez gerçekleşmiştir. Karmaşık ayrıntılara girmeden anlatmak gerekirse hem biyolojik gözlemler hem de matematiksel modeller neden iki sayısının yaygın olduğunu açıklar. Eşit boyutta gametlere (“izogami”) sahip atasal bir türden başlayarak, doğal seçilim genellikle popülasyonu çok farklı gametlere (“anizogami”) sahip iki grup bireye bölmeye yönlendirir: küçük, hareketli olan gametler ya da büyük, hareketsiz gametler. Böylece iki cinsiyet evrimleşmiştir ve bu noktadan sonra tür, başka tür gametlere, yani yeni cinsiyetlere, sahip bireylerin ortaya çıkmasına karşı dirençli olacaktır.
İki cinsiyetin istikrarını, erkekler ile dişilerin gelişimini neyin tetiklediğinin türler arasında geniş bir çeşitlilik göstermesinden anlayabiliriz. Farklı cinsiyetler, farklı kromozomlara ve genlerine (örneğin, insanlarda XX ve XY, kuşlarda ZW ve ZZ, memelilerde aynı kromozomlara sahip olanlar dişi, kuşlarda ise erkek olur); farklı yetiştirme sıcaklıklarına (timsahlar ve kaplumbağalar); tam ya da yarım kromozom setine (arılar); bir dişiyle karşılaşmanıza (deniz solucanları) ve diğer birçok sosyal, genetik ve çevresel faktöre dayanabilir. Doğal seçilim, cinsiyetleri üretmek için çeşitli yolları bağımsız olarak geliştirmiştir ve sonunda sadece iki hedef vardır: erkekler ve dişiler. Dolayısıyla, keyfi bir cinsiyet spektrumu değil, evrimleşmiş ve nesnel olarak tanınan bir ikilik vardır.
Yine de gerçeklere rağmen, cinsiyet ikiliği özellikle insanlarda son zamanlarda ideolojik temelli saldırılara maruz kalmıştır. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyetle ilgili görünüşte nesnel tartışmalarda bile, bireylerin doğumda cinsiyetlerinin 'atanmış' olduğu (örneğin, 'AFAB': doğumda kadın olarak atanmış) şeklinde ifade edilmesi yaygındır — sanki bu, doktorlar tarafından keyfi olarak verilmiş bir karar, yani bir 'toplumsal inşa'ymış gibi; oysa gerçekte bu, biyolojik bir gerçekliğin gözlemlenmesidir. Bu konuları daha iyi bilmesi gereken Evrim Araştırmaları Derneği bile ideolojinin etkisinde kalarak biyolojik cinsiyetin bir süreklilik olarak görülmesi gerektiğini açıkça ilan etmiştir. İnsan cinsiyetinin ikili olduğunu söyleyen öğretmenler işlerinden kovulmuş ve derslerinden mahrum bırakılmışlardır. Göreceğimiz gibi, bu tartışma, biyolojik bir gerçeklik olan cinsiyetlerin, toplumsal bir inşa olan cinsiyet kimliği ile kasıtlı olarak karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Cinsiyet ikiliğini inkâr etmek, biyolojinin en ilginç genellemelerinden birini anlamamızı engeller: erkekler ve dişiler arasındaki davranış ve görünüm farkını. Geyik, kuş, balık ve fok gibi türlerde erkeklerin dişilere kıyasla sahip olduğu renk, süslemeler, büyüklük ve silahlar cinsel seçilimden kaynaklanmaktadır. Darwin tarafından ilk kez öne sürülen bu süreçte, erkekler dişilere ulaşabilmek için birbirleriyle rekabet eder. u rekabet, geyiklerdeki boynuz dövüşlerinde olduğu gibi doğrudan çatışmayla gerçekleşebileceği gibi, erkeklerin renkleri, süsleri ve davranışlarıyla dişi tercihlerine hitap etmesi yoluyla da olabilir. Doğada neredeyse evrensel olan bu gözlem, nihayetinde dişilerin üreme sürecine erkeklerden daha fazla yatırım yapmasından kaynaklanır. Bu da büyük ve metabolik açıdan pahalı yumurtalarla başlar.
Sonuç olarak, ebeveyn bakımı büyük ölçüde dişilerin omuzlarına yüklenir. Yavruların doğumu ve bakımıyla meşgul olan dişiler, çiftleşme için daha az erişilebilir hale gelirler, hatta erkek-dişi oranı 1:1 olduğunda bile. Cinsel seçilim aynı zamanda davranışı da açıklar: Çoğu türde –kendi türümüz de dahil– neden erkekler daha fazla çiftleşme eğilimindeyken, neden dişiler eş seçiminde daha seçicidir? Erkekler için döllenme sadece bir kaşık sperm harcamayı içerirken, dişiler için yumurtalar az ve pahalıdır, hamilelik uzundur ve ardından yıllarca bakılması gereken sinir bozucu yavrular gelir. Geyiklerin boynuzları, kuşların süsleri, tavus kuşu kuyrukları, karmaşık erkek çiftleşme dansları ve kuş ötüşleri: bunlar ve birçok diğer özellik, farklı boyutlardaki gametlere sahip olmanın evrimsel sonuçları olarak anlam kazanır.
Peki neden bu kadar çok insan cinsiyet ikiliğine karşı çıkıyor? Çünkü biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti –birinin sosyal kimliği veya cinsiyet rolü– karıştırmak, ideolojik çıkarlarına uygundur. Biyolojik cinsiyetten farklı olarak, toplumsal cinsiyet daha çok bir süreklilik oluşturur (çevrimiçi listelerde düzinelerce toplumsal cinsiyet sıralanır). Yine de toplumsal cinsiyet dağılımları devedikeni gibi çift tepelidir: çoğu insan erkek ve dişi toplumsal cinsiyet rollerine uyar; fakat biyolojik cinsiyetlerde gördüğümüzden çok daha fazla ara form vardır.
Peki insanlar gerçeği neden çarpıtıyor? Biyolojik iki cinsiyetten birine uymayan bireylerin ve onların destekçilerinin, cinsiyeti de toplumsal cinsiyet gibi bir spektrum olarak yeniden tanımlamak istediklerinden şüpheleniyoruz. Cinsiyet ikiliğini bir kenara bırakmak iyi niyetli olsa da bilimsel gerçekleri ve bu gerçeklerden kaynaklanan tüm evrimsel sonuçları da ciddi şekilde çarpıtmaktadır.
2. Erkekler ve kadınlar arasındaki tüm davranışsal ve psikolojik farklılıklar sosyalleşmenin sonucudur.
Evrim ve genetiğin bu farklılıklarda hiçbir rol oynamadığı sıklıkla iddia edilir. Bu, erkek ve kadınlar da dahil olmak üzere tüm insanların benzer şekillerde davranma eğilimiyle doğduğunu ve gruplar arasında gördüğümüz davranışsal veya psikolojik farklılıkların ekonomik ve çevresel etkiler de dahil olmak tamamen sosyalleşmeden kaynakladığını iddia eden “boş levha” ideolojisidir.
Bir biyolog için, insanın sonsuz biçimlendirilebilir olduğuna duyulan Marksist inançtan kısmen kaynaklanabilecek bu tür boş levhacılık, son derece yanlıştır. Birçok çalışma, biyoloji tarafından etkilenen uzun bir davranış listesinde erkekler ve kadınlar arasında ortalama farklılıklar olduğunu açıkça göstermektedir. Bu farklılıklar arasında cinsel ilgi, ebeveyn bakımı, saldırganlık, çapkınlık derecesi, risk alma, insanlara karşı şeylere ilgi, empati, korkaklık, mekânsal yetenekler, şiddet ve sosyal ilişkilerle bağlantılı özellikler yer alır. Burada ortalamalardan bahsettiğimizi anlamak önemlidir: Erkek ve dişi davranışlarının dağılımları arasında büyük bir örtüşme vardır. Bu nedenle bireyler, karşı cinste daha sık görülen özellikleri gösterebilir. Örneğin, bazı kadınlar ortalama bir erkekten daha saldırgan olabilir. Ayrıca, sosyalleşmenin muhtemelen –belki de önemli ölçüde– birçok davranışsal farka katkıda bulunduğunu eklemeliyiz.
Ancak, bu ortalama farklılıkların tamamen sosyalleşmeden kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Hayır. Yukarıda belirtilen davranışların ortalama farklılıklarının sadece biyolojik bir temeli değil, aynı zamanda evrimsel ve genetik bir kökeni olduğu muhtemeldir. Yani, milyonlarca yıl boyunca doğal seçilimin erkek ve dişilerin bazı davranışlarının farklılaşmasına neden olduğu kesindir. Bunu nasıl biliyoruz? Adaptif bir açıklamanın genel olasılığını değerlendirmek; diğer türlerde (özellikle en yakın primat akrabalarımızda) davranışsal paralellikler aramak; davranıştaki cinsiyet farklılığının avcı toplayıcılar da dahil olmak üzere farklı insan kültürleri arasında yaygın olup olmadığını belirlemek; davranışın testosteron gibi üreme hormonlarından etkilenip etkilenmediğini test etmek ve davranışın beklenen gelişim zamanında ortaya çıkıp çıkmadığını görmek gibi çok sayıda kriter kullanarak. Örneğin, risk alma ve erkekler arası saldırganlık, genç yetişkinlikte, üreme yıllarının zirvesinde en güçlüdür. Bu, erkeklerin eş bulmasına yardımcı olmak için evrimleşmiş davranışlar olduğunu varsaydığımızda tam da beklediğimiz bir durumdur.
Ancak birçok kişi için, davranışlarda görülen cinsiyet farklılıklarının biyolojik bir temeli olduğunu öne sürmek bile tabu olarak görülür, hatta bir tür kadın düşmanlığı olarak algılanır. Yakın tarihli bir örnek, Chelsea Conaboy’un The New York Times’ta yaptığı şu açıklamadır: “Anne içgüdüsü, erkeklerin yarattığı bir mittir.” Burada, erkekler ve kadınlar arasında çocuklarına gösterilen dikkat ve davranışlardaki iyi bilinen farkların tamamen sosyalleşmeden kaynaklandığını savunmaktadır. Biyolojiden gelen bariz karşı argüman ise şudur: Bazı insan toplumları, anne bakımının yükünü kadınlara zorla yüklese de annelerin çocuklarına babalardan daha fazla dikkat göstermesi –hormonlar, emzirme, bebek ağlaması ve bebeklerin görünümü gibi ipuçlarıyla tetiklenen dikkat– sadece her insan toplumunda değil, daha da önemlisi, en yakın primat akrabalarımız da dahil olmak üzere binlerce diğer hayvan türünde de görülür. İlginç bir şekilde, bu diğer türler, cinsiyet farklarını açıklayan sosyal baskılardan yoksundur. Eğer kadın düşmanlığı ve ataerkillik, insanlarda, evrimsel akrabalarımızda ve daha uzak akrabalarımızda görülen durumu yarattıysa, bu gerçekten tuhaf bir tesadüf olurdu.
Erkeklerin ve kadınlarının davranış ve psikoloji açısından biyolojik olarak özdeş doğduğu yönündeki yanlış fikir, bizim 'biyolojik eşitlikçilik' dediğimiz anlayışın bir biçimidir. Bu görüşe göre, tüm gruplar biyolojinin önemli yönlerinde temelde aynı olmalıdır çünkü aksi takdirde, farklılıktan 'eşitsizlik' kavramına, oradan da önyargı, kadın düşmanlığı ve diğer ayrımcı tutumlara kayılabileceğinden endişe edilir. Oysa göreceğimiz gibi, doğada gözlemlediğimiz olgular ile bireylerin ya da grupların onuru, hakları ve özgürlüklerine nasıl yaklaşmamız gerektiği arasında mantıksal bir bağ yoktur. Birincisi gerçeklikle, ikincisi ise etikle ilgilidir.
3. Evrimsel psikoloji, insan davranışının evrimsel köklerini inceleyen bir alan, yanlış varsayımlara dayanan sahte bir alandır.
Biyolog P.Z. Myers, bu alanı eleştiren birçok kişiye katılarak şu iddiada bulunmuştur: “Evrimsel psikolojinin temel varsayımları yanlıştır.” Sosyal psikologlar da evrimi neredeyse evrensel olarak kabul etmelerine rağmen, evrimin insan psikolojisinin, sosyal tutumların ve tercihlerin önemli yönlerini açıkladığı fikrine çok daha az heveslidirler.
Myers'ın geniş çapta kabul gören bu görüşü yanlıştır çünkü evrimsel psikolojinin temel varsayımı basittir: beynimiz ve onun işleyişi –davranışlarımızı, tercih ve düşüncelerimizi ortaya çıkaran yapılar– bazen atalarımız üzerinde etkili olan doğal seçilimi yansıtır. Kimse, bedenlerimizin bir zamanlar adaptif fakat artık faydasız olan (yirmilik dişler, kuyruk sokumu ve embriyolardaki geçici tüyler) özelliklerin kalıntıları olduğunu inkâr etmez; lâkin evrimsel psikolojinin karşıtları bu görüşü davranışlarımız için reddederler. Bu tür bir ikilik için hiçbir bilimsel neden yoktur. Vücutlarımız milyonlarca yıllık evrimi yansıtıyorsa, aynı kuvvetler tarafından şekillenen davranışlarımız, düşüncelerimiz ve psikolojimiz neden geçmişimizden bağımsız olsun ki? Bu yalnızca, insan davranışlarının genetik çeşitlilikten yoksun olması durumunda doğru olabilir, ki bu da evrimin olmazsa olmazıdır. Araştırmalar, davranışlarımızın genetik açıdan en değişken insan özellikleri arasında olduğunu göstermiştir!
Bu yüzden, E.O. Wilson’ın aynı adlı kitabıyla başlattığı yetmişli yılların 'sosyobiyoloji savaşları' bugün başka bir ad altında devam ediyor; lâkin konu hala aynı: insanın istisna oluşu. Yani bizim, diğer türlerin davranışlarını şekillendiren evrimsel güçlerden neredeyse bağımsız olduğumuz inancı. Gerçi evrimsel psikolojinin ilk dönemlerinde, insan davranışlarına yönelik şüpheli ve test edilmesi zor uyum hipotezleri öne süren 'zayıf' araştırmalar vardı; lâkin artık alan açıklayıcı bir olgunluğa erişmiş durumda ve ciddiye alınması gerekiyor.
Bilakis, evrimsel psikoloji, mevcut bilgilerimize göre bazı insan davranışlarını açıklar. Bunlar arasında akrabalarımızı yabancılardan ve daha uzak akrabalardan daha fazla kayırmamızın, üvey çocuklara biyolojik çocuklardan daha sık kötü davranmamızın, erkeklerin kadınlardan daha saldırgan olmasının, erkekler ve kadınlar arasındaki cinsel ilişkiye duyulan istek ve çapkınlık, erkeklerin kadınlardan daha fazla cinsel kıskançlık göstermesinin, bazı yüz ifadelerinin duyguları iletmesinin, yılanlar ve örümceklerden korkmamızın, bedensel sıvılara tiksinti duymamızın ve şeker ile yağlara olan düşkünlüğümüzün nedenleri yer alır. Aslında, sağlıksız şeyler yeme eğilimi gibi bazı davranışlarımız, atalarımızda faydalı olan ama artık yararsız veya zararlı olan özellikleri yansıtır.
"İnsan doğasını konu alan geniş bir araştırma ve eğitim alanını dışlamak, evrimsel psikolojiyi ideolojik nedenlerle şeytanlaştırmak, kendi türümüzü anlamamızı engelliyor. İki evrimsel psikoloğun belirttiği gibi, 'Bildiğimiz kadarıyla, Amerika Birleşik Devletleri'nde psikoloji diploması veren hiçbir kurum, psikoloji lisans programı kapsamında evrimsel biyoloji dersi zorunlu kılmamaktadır. Bu durum psikolojiyi yaşam bilimlerinden koparan şaşırtıcı bir eğitim boşluğudur.' Bu tür bilgi olmadan elimizde yalnızca 'toplumsal inşalar' ve 'toplumun beklentileri' gibi açıklamalar kalıyor ki bunlar gözlemlenen verileri açıklamakta tamamen yetersizdir. Davranışla ilgili herhangi bir insan sorununu ele alırken hem toplumsal hem de biyolojik yönleri kapsayan olabildiğince eksiksiz açıklamalara sahip olmak gerektiği zaten açıktır.
Evrimsel psikolojinin reddedilmesi, insan doğasıyla ilgili, davranışlarımız üzerinde çok az genetik kısıtlama olduğunu savunan “boş levha” ideolojisi tarafından motive edilmektedir. Bu tutumun, Marksizm tarafından neredeyse kesinlikle etkilenmiş olduğunu ve sol kanattan kaynaklandığını daha önce belirtmiştik. Steven Pinker’ın The Blank Slate: The Modern Denial of Human Nature adlı kitabında diğer nedenler de anlatılmıştır. Bu nedenler arasında biyolojik determinizme karşı bir küçümseme; öğrenilebilen şeylerin, dil gibi, aynı zamanda evrimleşmiş yetenekleri içermediği inancı; biyolojinin kader olduğu –yani miras alınan şeylerin değiştirilemeyeceği– yanlış inancı ve biyolojinin, bireyler veya gruplar arasındaki benzerlikler ve farklılıklar da dahil olmak üzere, insan davranışında büyük bir rol oynadığını düpedüz reddetme yer alır. Bireyler veya gruplar arasındaki genetik farklılıkları incelemek, özellikle tabu olarak görülür çünkü bu çalışmaların önyargı ve hatta öjeniyi teşvik ettiği iddia edilir.
4. Bireyler arasında görülen davranışsal genetik farklılıklarını incelemekten kaçınmalıyız.
Pek çok kişinin, özellikle de boş levha ideolojisine bağlı olanların varsayılan görüşü, eğitim başarısı, IQ ve benzeri özellikler gibi konulardaki genetik farklılıkların incelenmemesi gerektiğidir. Bazı durumlarda, ikiz çalışmaları gibi çeşitli araştırma kanıtlarına rağmen, genetik farklılıkların varlığı bile inkâr edilir. Bu tür çalışmaların insanların sıralanmasına, önyargının teşvik edilmesine ve bireylerin farklı eğitim yollarına haksızca ayrılmasına yol açacağı düşünülmektedir. Tek bir etnik grup içinde bile (örneğin, Avrupa kökenli Amerikalılar), hemen hemen her fiziksel veya davranışsal özelliğin genetik bir bileşeni vardır. Bu durum, boy uzunluğu, kan basıncı, sigara veya alkol içme eğilimi, nevrotiklik, bilişsel yetenekler ve eğitim başarısı gibi özellikler için de geçerlidir. Son iki özellik için bireyler arasındaki farklılıkların yarısından fazlası genetik çeşitlilikten kaynaklanır; lâkin bu ölçümlerin bir popülasyon içindeki varyasyonu yansıttığını ve popülasyonlar veya etnik gruplar arasındaki farklılıkların temeli hakkında hiçbir şey söylemediğini anlamak önemlidir.
Bilimin, bir bireyin tüm genomunu dizileme tekniklerini geliştirmesinden bu yana, bu tür çalışmalar daha da faydalı hale geldi. Bu bilgiyle ve birçok bireyin DNA’sını dizileyerek, her bir değişken DNA pozisyonunu (yani tek nükleotid bazları) bireylerin çeşitli özellikleriyle ilişkilendirebilir ve DNA’nın hangi kısımlarının belirli bir özelliğin varyasyonuyla ilişkili olduğunu belirleyebilirsiniz. Bu tür bir çalışma (genom çapında ilişkilendirme çalışmaları, GWAS) örneğin, eğitim başarısıyla ilişkili 4.000'den fazla genom bölgesi ortaya çıkarmıştır. İlginç bir şekilde, bu genlerin birçoğu ağırlıklı olarak beyinde aktiftir. GWAS çalışmalarını kullanarak, sadece bir bireyin DNA'sını analiz ederek ve popülasyonlarının büyük örneklerine dayanarak bireysel “poligenik skorlarını” hesaplayarak bir kişinin görünüşü, davranışı, akademik başarısı ve sağlığı hakkında oldukça doğru tahminler yapmak artık mümkün. Bu, cenine ait DNA üzerinde bile yapılabilir.
GWAS analizleri, özellikle bireylerin genetik olarak yatkın oldukları sağlık durumlarını izlemek açısından yararlı müdahale olanakları sunar. Mamafih, GWAS skorlarının eğitim başarısı için kullanımı çok daha tartışmalıdır. Her ne kadar genetik farklılıklar “zekâ” olarak adlandırdığımız şeyin pek çok boyutunda rol oynasa da şu anda insanların gelecekteki beklentilerini sosyal ve eğitim reformları yoluyla eşitlemek, poligenik skorları kullanmaktan daha kolay.
Yine de eğitim sonuçlarının altında yatan genetik varyasyonu anlamak bir gün faydalı olabilir. Örneğin, eğitimsel veya sosyal müdahalelere özellikle iyi yanıt veren genetik varyantlar keşfedilirse, bu bireyleri erken aşamada hedef almak mümkün olabilir. Bu genetik çalışmalar, çevresel etkilerin tanımlanmasına da yardımcı olabilir: Eğer aynı poligenik skora sahip iki kişi çok farklı yaşamlar sürüyorsa, çevreleri ne derecede farklıydı? İşte bu yüzden, tartışmalara rağmen, bu tür araştırmaların yapılması hala değerlidir.
Çoğu insan, genetik yatkınlıkları hakkında bilgi edinmeye karşı çıkmaz ama bu davranış ve bilişsel konulara uzandığında direnç gösterilir. Bu çalışmalara karşı olan direnç, genetik determinizmi reddeden ve davranışlar üzerindeki genetik etkilerin neredeyse tamamen üstesinden gelinebileceğini savunan bir boş levha görüşüne dayanır. Fiziksel özelliklerin ve hastalıkların ötesindeki genetik çalışmaların, öjenik ve geçmişteki benzer bağnazlık eylemleriyle bağlantılı olduğu iddia edilmektedir.
Gerçekten de davranış genetiği araştırmalarına yönelik korku ve kaçınma o kadar güçlüdür ki Ulusal Sağlık Enstitüleri bile ırkları yalnızca sosyal yapılar olarak tanımlamaktadır ve kamuya açık, vergi mükellefleri tarafından finanse edilen veri tabanlarına erişimi sınırlamıştır. Bu veri tabanları, bireylerin genetik yapısı, sağlığı, eğitimi, mesleği ve gelirine dair bilgileri içerir. Bu sınırlama, ırklar arasındaki farklılıkları içermeyen çalışmalar için bile geçerli gibi görünmektedir. Bu durum, ABD hükûmetinin davranış genetiği üzerine, özellikle de akademik ve sosyal başarıyla ilgili davranışlar üzerine, genel bir araştırmayı engellemeye çalıştığı izlenimini vermektedir.
5. “Irk ve etnisite, bilimsel ya da biyolojik anlamı olmayan toplumsal yapılardır.”
Bu, biyoloji alanında görmezden gelinen aşikâr gerçeklerden biri olan ırklar, etnik gruplar veya popülasyonlar arasındaki farklılıkların incelenmesinin hiçbir ampirik değeri olmadığı iddiasıdır. Böyle bir çalışma, biyolojide en büyük tabu olarak kabul edilir ve doğası gereği ırkçı ve zararlı olduğu ileri sürülür. Fakat Amerikan Tabipler Birliği Dergisi'nin editörlerinden alıntılanan bu ifade yanlıştır.
Bu hassas konuyu ele almadan önce, “ırk” yerine “etnisite” veya “coğrafi popülasyonlar” gibi terimleri kullanmayı tercih ettiğimizi vurgulamalıyız çünkü “ırk” terimi, tarihi boyunca ırkçılıkla ilişkilendirildiği için artık çok kutuplaştırıcı hale gelmiştir. Ayrıca, eski ırksal tanımlamalar (örneğin Beyaz, Siyah, Asyalı) ırkların birkaç özellik ile kolayca ayırt edilebileceği, coğrafi olarak sınırlandırıldığı ve büyük genetik farklara sahip olduğu yanlış inancıyla gelmiştir. Aslında, insan türü bugün genetik varyantların sıklıklarında sadece küçük ile orta düzeyde farklara sahip olan coğrafi olarak süreklilik gösteren gruplardan oluşmaktadır ve gruplar içinde gruplar bulunmaktadır. Potansiyel olarak sınırsız sayıda “ırk” olabilir. Yine de, insan popülasyonları yerden yere genetik farklılıklar gösterir ve bu küçük farklar, binlerce gen üzerinden toplandığında, popülasyonlar arasında önemli ve çoğu zaman tanı koymaya elverişli farklar oluşturur.
Eski ve modası geçmiş ırk anlayışı bile biyolojik anlamdan tamamen yoksun değildir. Bir grup araştırmacı, Afro-Amerikalı, Beyaz, Doğu Asyalı veya Hispanik olarak öz kimlik belirten 3.600’den fazla bireyden geniş bir gen örneğini karşılaştırdı. DNA analizi, bu grupların genetik kümelere ayrıldığını ve bir bireyin hangi kümeye düştüğü ile kendini belirlediği ırksal sınıflandırma arasında %99,84 oranında bir eşleşme olduğunu gösterdi. Bu, eski ırk kavramının bile biyolojik anlamdan tamamen yoksun olmadığını kesinlikle gösterir. Ancak bu şaşırtıcı değildir çünkü geçmişteki kısıtlı hareketlilik nedeniyle insan popülasyonları büyük ölçüde coğrafi olarak birbirlerinden izole biçimde evrimleşmiştir. 'Hispanik' ise, yakın zamanda karışmış ve hiçbir zaman bir ırk olarak kabul edilmemiş bir popülasyondur. Her evrimsel biyoloğun bildiği gibi, coğrafi olarak izole kalan popülasyonlar zamanla genetik olarak farklılaşır. Bu nedenle, genetik verileri kullanarak bir popülasyonun kökenine dair oldukça isabetli tahminlerde bulunabiliyoruz.
Daha yakın tarihli çalışmalar, tüm genomların dizilenmesini kolaylaştıran tekniklerden yararlanarak, kendini tanımlayan ırk ve genetik gruplar arasında yüksek bir uyum olduğunu doğrulamaktadır. Yirmi üç etnik grubun incelendiği bir çalışmada, bu grupların her biri dünyanın farklı bölgeleriyle ilişkilendirilen yedi geniş 'ırk/etnisite' kümesine ayrıldığı görüldü. Daha ayrıntılı ölçekte yapılan genetik analizler ise Avrupalıların genetik yapısının haritasının, şaşırtıcı bir şekilde, Avrupa haritasıyla neredeyse birebir örtüştüğünü ortaya koydu. Gerçekten de, çoğu Avrupalının DNA'sı, doğdukları yeri yaklaşık 800 kilometrelik bir hassasiyetle belirlemeye olanak tanıyor.
Bu tür etnik kümeler ne işe yarar? Birçok insanın aşina olduğu bir şeyle başlayalım: genlerinden kişisel soyunu çıkarma yeteneği. Popülasyonlar arasında farklar olmasaydı, bu görev imkânsız olurdu ve 23andMe gibi “soy şirketleri” var olmazdı. Etnik kökenleri tahmin etmek için DNA dizilerine bile gerek yoktur. Fiziksel özellikler bazen bu işi yapabilir: Örneğin, yapay zekâ programları yalnızca göğüs röntgenlerinden kişinin kendi bildirdiği ırkı oldukça doğru bir şekilde tahmin edebilir.
Daha geniş ölçekte, dünya çapındaki popülasyonların genetik analizi, sadece Afrika’dan çıkışlarımızın tarihini izlememizi sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Homo sapiens'in dünyanın farklı bölgelerine ne zaman yerleştiğine dair tarihler de belirlememizi sağlamıştır. Bu, insan “fosil DNA’sı”nı dizilemek için geliştirilen son tekniklerle daha da kolaylaşmıştır. Bunun da ötesinde, Denisovalılar ve Neandertaller gibi gruplara ait fosil DNA'lara sahibiz; bu da modern verilerle birlikte, artık soyu tükenmiş olan bu grupların geçmişte “modern” Homo sapiens'in atalarıyla çiftleştiğini ve en azından bazı doğurgan yavrulara sahip olduğunu gösteriyor (çoğumuzun genomlarında bir miktar Neandertal DNA'sı var). Arkeoloji ve karbon tarihleme türümüzün tarihini yeniden inşa etmeye yardımcı olsa da bunların yerini büyük ölçüde yaşayan ve eski insanların DNA'larının sıralanması almıştır.
Ayrıca, popülasyonların genetik çalışmalarında tıbbi bir değer vardır. Örneğin, oldukça fazla sayıda genetik hastalık etnisite ile ilişkilendirilmiştir (bu ilişki mutlak değildir): Tay-Sachs hastalığı, orak hücre anemisi, kistik fibroz ve kalıtsal hemokromatoz gibi rahatsızlıklar bunlara örnektir. Bu tür ilişkiler hem tanı koymayı hem de doğum öncesi danışmanlığı daha verimli hale getirir çünkü etnik köken, olası tıbbi sorunlara odaklanmada kullanılabilir. Kalp hastalığı, kanser ve diyabet gibi hastalıkların görülme sıklığı da etnik gruplar arasında farklılık gösterir; lâkin bu hastalıkların hem genetik hem de çevresel nedenleri vardır, bu yüzden tedavi edilmeleri diyet ve yaşam tarzı gibi faktörleri de dikkate almayı gerektirir. Yine de bireylerin ve grupların genetik analizi, bu karmaşık hastalıklarda bile yardımcı olabilir. Örneğin, etnik gruba özgü çalışmalara dayanan GWAS analizleri, bebekleri veya fetüsleri test ederek çeşitli hastalıkların riskini tahmin edebilir. Eğer risk altında olduğunuzu biliyorsanız, yaşam tarzınızı izlemek, yaşlandığınızda ciddi şekilde hastalanma riskini azaltabilir.
Neyse ki, farklı etnik gruplar için GWAS verileri toplanmaya başlanmıştır ve tıp araştırmacıları, farklı etnik kökenler üzerine yapılan çalışmaların hem hastalıkları anlamada hem de sağlık eşitsizliklerini azaltmada önemli olduğunu şimdiden kabul etmektedirler. Bunun nedeni, bir gruptan elde edilen genetik sonuçların diğer gruplardaki sonuçları genellememesidir. Örneğin, yakın zamanda yapılan bir GWAS analizi, bazı genom bölgelerinin Afro-Amerikalılarda Beyaz Amerikalılara kıyasla demans riskini artırdığını keşfetmiştir. Bu, gelecekte demansı öngörebilecek bazı genlerin bu gruplar arasında farklılık göstereceğini ve olası müdahalelerin veya tedavilerin de farklı olabileceğini ima eder.
Son olarak, genetik ile etnisiteyi ilişkilendirmenin adli nedenleri vardır. Bunlar, bir kan, doku veya sperm örneğinden veya antik DNA’dan, failin veya kurbanın neye benzeyebileceğini (örneğin, yüz hatları veya göz, cilt ve saç rengi) tahmin etmeyi içerir. Artık bazı Neandertallerin açık tenli ve kızıl saçlı olduğunu ve koyu ten ile mavi gözlerin birkaç bin yıl önce Avrupa'daki Homo Sapiens'te yaygın olabileceğini biliyoruz.
Kültür savaşlarında genetikle ilgili temel soru, farklı nüfusların ve etnik grupların davranışsal özellikleriyle ilgilidir ve zekâ farklılıkları en tabu kabul edilen konudur. Bu çalışmanın karmaşık geçmişi göz önüne alındığında, her araştırmacı dikkatli olmalıdır çünkü popülasyonlar arasında küresel bir benzerlik dışında herhangi bir sonuç, önyargıyı ve ayrımcılığı desteklemek için kullanılabilir. Nitekim, bu konuda yazı yazmak bile birçok bilim insanına yaptırımlar uygulanmasına yol açmıştır; bu bilim insanları “protesto edilmiş, hedef alınmış, işlerinden kovulmuş ve onursal unvanları ellerinden alınmıştır.” Bu duruma örnek olarak, Ohio’da, etnik gruplar arasında bilişsel farklılıkların olabileceği olasılığını dile getirdiği için işten atıldığı anlaşılan Profesör Bo Winegard gösterilebilir. Bu nedenle çoğu biyolog bu konudan uzak durmaktadır.
Tabu olan, gruplar arasındaki IQ ve yaşam sonuçlarındaki gözle görülür farklılıklar değildir çünkü bunlar iyi bilinir ve standart testlerle kolayca ölçülebilir. Sorun, bu farklılıkların neden kaynaklandığıdır: genetik farklılıklar, yoksulluk gibi toplumsal sorunlar, geçmişteki ve günümüzdeki ırkçılık, kültürel farklılıklar, eğitim fırsatlarına zayıf erişim, genler ile sosyal ortamların etkileşimi ya da bunların bir kombinasyonu mu? Bu soru cevaplamak için birkaç yöntem uygulanmıştır, bunlar arasında evlat edinme çalışmaları, etnik açıdan karışık popülasyonların analizi ve GWAS yer almaktadır. Genomik analizlerin tümü, eğitim başarısına –IQ tahminleri ve yaşamda başarı ölçümleri ile yüksek oranda ilişkili– yoğunlaşmıştır; lâkin neredeyse tamamen Avrupalı Beyazlara odaklanmıştır. Ve bu etnik olarak beyaz GWAS skorlarının öngörü gücü, diğer etnik gruplara uygulandığında neredeyse tamamen kaybolur. Bu öngörü gücündeki düşüşün nedeni, gruplar arasındaki genetik farklılıklar, eğitim başarısını etkileyen gen alt kümeleri arasındaki farklılıklar, her iki grupta da bulunan aynı genlerin farklı varyantları ya da gruplar arasındaki genlerin ve çevreyle etkileşimlerinin farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, bir etnik gruptan elde edilen bulguları başka bir gruba aktarmak kolay değildir; her grubun ayrı ayrı incelenmesi gerekmektedir.
Gruplar arasındaki davranışsal ve bilişsel farklılıkları analiz etmeyi zorlaştıran iki sorun daha vardır. Birincisi, bu özellikler genellikle genom boyunca yayılmış yüzlerce hatta binlerce gen tarafından etkilenir. İkincisi, bu genler kromozomlarda diğer genlere fiziksel olarak bağlıdır. Birlikte düşünüldüğünde, bu durum dış görünüş (renk, yüz yapısı, saç dokusu) ile ilgili genlerin -bir kişinin etnik kökeni hakkında bilgi veren genler- eğitim başarısını etkileyen diğer genlere fiziksel olarak bağlı olduğu anlamına gelir. Kromozomlar üzerindeki genler birbirine yakın olduğunda, görünüşü etkileyen genler ile eğitim başarısını etkileyen genleri tamamen ayırmamız mümkün değildir. Gruplar arasındaki başarı farkları, en azından kısmen, insanların farklı görünmeleri nedeniyle toplumun onları farklı şekilde (örneğin, önyargı ve ırkçılık yoluyla) ele almasıyla ortaya çıkıyorsa, “görünüş genlerinin” neden olduğu toplumsal etki, “akademik başarı genlerinin” doğrudan etkisiyle karışır.
Genlerin ve çevrelerin etkilerini birbirinden ayırmanın zorluğuna rağmen, farklı gruplar içinde genetik etkileri anlamanın toplumsal faydaları vardır. Örneğin, etnik gruplara ayrı ayrı uygulanan GWAS çalışmaları, eğitim sonuçları ile ilişkili genetik varyantların farklı gruplar arasında farklılık gösterip göstermediğini ya da çevresel müdahalelere farklı yanıtlar verip vermediğini aydınlatabilir. Örneğin, tiroit işlevi ile ilişkili varyantlara sahip bir geni hayal edin. Düşük iyot işlevine neden olan ve iyot eksikliğine yol açan gen varyantlarının, yüksek gen ifadesine sahip varyantlara kıyasla daha düşük eğitim başarısıyla ilişkili olduğunu ve düşük iyotlu varyantların Beyazlarda, Asyalılara kıyasla, daha yaygın olduğunu düşünün. (bu tamamen hayal ürünü değildir: İyot eksikliği IQ'yu on beş puan kadar düşürebilir ve genler birinin düşük iyotlu bir diyete ne kadar iyi yanıt vereceğini etkileyebilir.) Basit bir müdahale, “düşük ifade” DNA varyantlarına sahip Beyazlara iyot takviyesi yapılmasını, fakat “yüksek ifade” varyantlarına sahip olanlara yapılmamasını içerebilir (çok fazla iyot toksiktir). Bu örnek çok da abartılı değildir çünkü farklı grupların davranış üzerinde önemli etkilere sahip olabilecek birçok benzersiz gen formuna (yani “özel alellere”) ve çevre ile kendi benzersiz etkileşimlerine sahip olduklarını biliyoruz.
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, etnik gruplar arasındaki genetik farklılıkları incelemenin amacı, bir özelliğe göre grupları sıralamak değil, DNA’sı bilinen bireylerin başarısını artırmaktır. Ancak bu başarıyı artırmak için, önce gruplar arasındaki genetik farklılıkların doğasını anlamamız gerekir. Bu tür çalışmaların yapılmasına karşı olan birçok itiraz, odak noktasının başarı ile ilişkili popülasyona özgü DNA segmentleri olduğu ve nihai amacın her bireyin elinden gelenin en iyisini yapmasına yardımcı olmak olduğu anlaşıldığında ortadan kalkacaktır.
Bizim görüşümüze göre, gruplar içinde veya arasında bilişsel veya eğitimsel kazanımlar üzerine yapılan araştırmalar şeytanlaştırılmamalı, yasaklanmamalı veya otomatik olarak yayınlanmasına izin verilmemeli ve veriler kamuya açık olmalıdır. Elbette, bilim insanları bu tür araştırmalarda dikkatli olmalı ve bunların kötüye kullanılmasına veya yanlış temsil edilmesine karşı uyanık olmalıdır. Sonuçta, genetik de dâhil olmak üzere ne kadar çok şey anlarsak, sosyal politikalarla o kadar çok başarı elde edeceğimiz fikrine karşı çıkmak zordur. Nitekim, IQ üzerine yapılan araştırmaların engellenmesinin veya bu araştırmaların ırkçılıkla eş tutulmasının, yarardan çok zarar vereceğini öne süren güçlü argümanlar vardır. Sonuçta, politik eşitlik ahlaki bir zorunluluk olmalıdır, ampirik bir hipotez değil ve nihayetinde bir insanın değeri IQ skoruna ya da aldığı eğitime bağlı olmamalıdır ve olmamalıdır.
Açıkça var olan farklılıklara rağmen eşitlik, bir dereceye kadar sofistike bir kavramdır ve pek çok bireyin sahip olamadığı bir ahlaki olgunluk gerektirir. Bu kişiler, insanlardaki çeşitliliği inkâr etmeyi ve eşitliği özdeşlikle bir tutmayı tercih eder. Ya da insan türünün organik dünyada istisnai olduğunu, yalnızca morfolojik özelliklerin genlerle kontrol edildiğini ve zihin ya da karaktere dair tüm diğer özelliklerin 'koşullanmaya' ya da genetik olmayan diğer etkenlere bağlı olduğunu iddia ederler .Bu kadar bariz yanlış temellere dayanan bir ideoloji, yalnızca felakete yol açabilir. Bu ideolojinin insan eşitliğini savunması, özdeşlik iddiasına dayanır; lâkin bu özdeşliğin var olmadığı kanıtlandığında, eşitlik savunusu da aynı şekilde ortadan kalkar (Mayr 1963)
6. Yerel “bilme yolları” (veya yerli bilgi) modern bilimle eşdeğerdir ve bu şekilde saygı görmeli ve öğretilmelidir.
Yeni Zelanda’nın Māori halkı ve Yeni Dünya’nın Yerli Amerikalıları gibi yerli halklar sömürgeciliğin kurbanı olduklarından, geleneksel bilgileri sıklıkla sömürgeci bilim" olarak adlandırılandan bağımsız olarak geliştirilen bir “bilme biçimi” olan modern bilimin alternatif bir versiyonu olarak övülür. Hatta, Yeni Zelanda hükûmeti, yerli bilgi yollarına okullarda modern bilimle eşit statü verilmesini ve orta öğretimdeki diğer tüm derslerle birlikte öğretilmesini şart koşmuştur. Güney Afrika da biyolojinin bir sömürgesizleştirilmesini yaşıyor. Prestijli bir dergi olan Nature'da yayımlanan bir makale, bu ülkede farmakolojinin sömürgesizleştirilmesi çağrısında bulunarak, müfredatı yerel deneyime dayandırmak için yerel bitkisel tedavilere odaklanıyor. Bu, öğrenmeye yerel bir tat katarken, yerel deneyim üzerinde durmak öğrencileri modern farmakoloji eğitiminden ancak uzaklaştırabilir.
Yeni Zelanda’daki yerli bilme biçimi olan Matauranga Māori, deneme yanılmayla elde edilen ampirik bilgilerin bir karışımıdır (Polinezyalı atalarının navigasyon yetenekleri ve Māori’nin yiyecek elde etme ve yetiştirme yolları da dahil) fakat aynı zamanda teoloji, geleneksel söylenceler, ideoloji, ahlak ve efsane gibi bilim dışı alanları da içerir. Yine de tüm bunlar, modern bilimin yöntemleri ve sonuçlarıyla eşit öğretim değeri taşıdığı kabul edilmektedir. Örneğin, Māori bilim insanları, Māori’nin ataları olan Polinezyalıların Antarktika'yı 7. yüzyılda keşfettikleri gibi olasılık dışı bir iddiayı öne sürdüler. Bu iddia kesinlikle yanlıştır ve muhtemelen bir sözlü efsanenin hatalı çevirisine dayanmaktadır. Gerçekte, Antarktika ilk kez 1820’de Ruslar tarafından görülmüştür. Buna rağmen, Yeni Zelanda’nın en prestijli bilimsel kuruluşu olan Kraliyet Bilim Derneği, bu asılsız anlatıyı araştırmak için Māori’ye 660.000 dolarlık bir hibe verdi. Ayrıca, Matauranga Māori'nin geleneksel bitkisel ve ruhani ilaçları da yeniden kullanılmaya başlandı ve bu ilaçlar bir şifa aracı olarak ilahi söylemeyi içeriyor. Yerel tedaviler zaman zaman faydalı olsalar da neredeyse hiçbir zaman tıbbın altın standardı olan randomize kontrollü deneylerle test edilmemektedirler.
Yerli bilgi yolları genellikle bazı pratik bilgiler içerir, bu da yerel çevreye ilişkin gözlemleri ve zamanla geliştirilen faydalı uygulamaları içerir, bu durum Matauranga Māori’nin eski navigasyon yöntemlerini ve yılanbalığı yakalamak için en iyi yolu içermektedir. Ancak pratik bilgi, tanrı ve ruhlar hakkındaki varsayımlardan arındırılmış, doğanın sistematik ve nesnel olarak araştırılması anlamına gelen modern bilimle aynı şey değildir. Yerli bilme biçimlerini modern bilimle çatıştırmak, öğrencilerin sadece bilgiyi neyin oluşturduğu konusunda değil, bilimin doğası konusunda da kafalarını karıştıracaktır. Modern bilimin, kadınların eğitimden mahrum bırakıldığı ve nüfusun çoğunluğunun Beyaz olduğu 17. yüzyıl Batı Avrupa’sında ortaya çıktığı doğrudur. Bu durum, önyargı nedeniyle insanların fırsatlarını ciddi şekilde kısıtlamıştır, ancak bilimin kendisini –evren hakkında kabul edilen bilgiyi üretmenin en iyi yolu– "Batılı" ya da sömürgeci olarak itibarsızlaştırmak için bir sebep sunmamaktadır. ("Batılı", aynı bilimi uygulayan diğer ülkelerdeki insanlara hakaret eden tam bir yanlış adlandırma haline geldi.)
Yerli kültürü modern bilimle karşı karşıya getiren ilgili bir konu da adli antropolojidir: insan kalıntıları ve eserleri kullanılarak eski toplumların incelenmesi. Örneğin Kuzey Amerika'da insan kalıntıları, bulundukları yere bağlı olarak, Amerikan yerlileri tarafından kendilerine aitmiş gibi sahiplenilebilmekte ve modern yerli grupların eski üyeleri olarak görüldükleri için bilimsel çalışmalardan uzak tutulabilmektedir. Nitekim federal yasalar, kemiklerin ve diğer eserlerin, bunları talep eden yerli gruplara iade edilmesini zorunlu kılmaktadır. İnsan kemikleri ile kalıntıların bulunduğu yerle bağlantılı Amerikan yerlileri arasında net bir soy bağı olmasa bile, kalıntılar bilimsel çalışma yapılmadan yeniden bulundukları yere gömülmelidir. Kennewick Man vakasında, yerli “bilimsel” iddialar, atalarının Asya'dan Bering Boğazı yoluyla geldiği gerçeğini bu gerekçelerle reddeden bir Kızılderili liderini de içeriyordu: Bay Minthorn, “Sözlü tarihlerimizden, halkımızın zamanın başlangıcından beri bu toprakların bir parçası olduğunu biliyoruz” diyor. “Halkımızın buraya başka bir kıtadan göç ettiğine inanmıyoruz.”
Bu zihniyetin kurbanlarından biri de Kaliforniya'da 500-3.000 yıllık kemikler üzerinde çalışan San Jose State'ten fiziksel antropolog Elizabeth Weiss. Weiss, sadece bu kalıntıları incelediği için üniversitesi tarafından rütbesi düşürüldü ve bölümünün kemik koleksiyonunu incelemesi yasaklandı. Nitekim durum daha da kötü: kalıntıların röntgenlerini incelemesine ve hatta içinde tutuldukları kutuların bir fotoğrafını göstermesine bile izin verilmiyor. Berkeley gibi diğer birçok üniversite de tarihi eserleri ve eski kemikleri geri gönderiyor ya da yeniden gömüyor. Sonuç: insanlık tarihi ve antropoloji, kalıntılar ve eserler kutsal kabul edildiği için sınırların dışında kalıyor. Açıkçası, en iyi çözüm gömme işlemini bilimsel çalışma veya DNA toplama sonrasına ertelemek olacaktır. Mevcut politika basitçe geçmişimiz hakkında bilgi edinmemizi engelliyor.
Bu diğer bilgi yollarının yüceltilmesi, ezilen grupları, kültürlerinin büyük bir kısmını bilimle aynı epistemik otoriteye sahip göstererek değerli kılma arzusundan kaynaklanmaktadır; filozof Molly McGrath bu görüşü "kutsal kurbanın otoritesi" olarak adlandırmıştır. Seküler biçimiyle bu otorite, bilimin pek çok “bilme biçiminden” sadece biri olduğu ve bilimin hegemonyasının başarıdan ziyade gücü yansıttığı yönündeki postmodern görüşlerden kaynaklanmaktadır. Bu, hem Sağ hem de Sol kesimden bazılarının on yıllardır benimsediği “bilim her zaman politiktir” sloganıyla özetlenmektedir.
İncil'deki yaratılışçılık gibi, birçok yerli bilgi de kanıtlardan değil, otorite ya da vahiyden gelen önemli bir ruhani ya da teolojik bileşene sahiptir. Bu bilgilerden herhangi birini modern bilime eklemek için öncelikle deneysel buğdayı ruhani kabuğundan ayırmanız gerekir. Mezhebe bağlı olmayan Papaz Mike Aus, inancını terk ettikten sonra “dini bilgiyi” şu şekilde tanımlarken bunu kastetmiştir: “Bilmenin farklı yolları yoktur. Bilmek ve bilmemek vardır ve bunlar bu dünyadaki tek iki seçenektir.”
Biyolojinin ideolojik olarak yönlendirilen çarpıtmalarının neredeyse tamamı tek bir zihniyetten kaynaklanmaktadır: radikal eşitlikçilik. Bu, cinsiyetlerin, farklı etnik grupların ve bir dereceye kadar bir popülasyondaki bireylerin davranış ve psikoloji açısından (görünüşte olmasa da) genetik olarak neredeyse aynı olduğu ve davranışsal farklılıkların çoğunun sosyalleşme ve diğer çevresel etkilerden kaynaklandığı görüşüdür. Örneğin sosyalleşme, matematik ve fizikte neden kadınlardan daha fazla erkek olduğu (ve psikolojide neden daha fazla kadın olduğu), neden erkeklerin daha agresif ve kadınların daha empatik olduğu, neden farklı sosyal sınıflardan ve etnik kökenlerden bireyler arasında başarı farklılıkları olduğu ve neden bazı grupların genel olarak bilim ve akademide farklı şekilde temsil edildiğine dair varsayılan açıklama haline gelmiştir. Toplumsal etkiler bu farklılıkları kesinlikle etkileyebilirken, insan farklılıkları üzerindeki genetik etkiye dair yaygın kanıtlar, kalıtsal faktörlerin etkisini önsel olarak reddetmeyi akıllıca kılmamaktadır. Hal böyleyken, biyolojik veriler moda olan boş levha ideolojisiyle çeliştiği için, bu ideolojinin savunucuları savundukları şeyleri verilere karşı bağışık hale getirmek zorunda kalmakta ve bunu da biyolojinin gerçeklerini inançlarına uyacak şekilde çarpıtarak yapmaktadırlar.
Biyolojik eşitlikçilik bilime iki şekilde zarar verir. Birincisi bilim insanlarının belirli sorunları incelemesini veya öğretmesini engelleyen araştırmaların caydırılması. Bu, araştırmanın doğrudan yasaklanmasıyla değil, öğretmenlere veya araştırmacılara korku aşılayarak onları bu tür konular üzerinde çalışmaktan ve hatta tartışmaktan caydırarak gerçekleştirilir. İnsanlarda sadece iki cinsiyet olduğunu öğretenlerin (örneğin Harvard'da Carole Hooven ve Güney Maine Üniversitesi'nde Christy Hammer) aşağılanması gibi birkaç kamuya açık örnek, diğerlerini caydırmak için yeterlidir. Dahası, grup farklılıkları ve bunların genetiği üzerine çalışanlar cinsiyetçi, kadın düşmanı, ırkçı ya da öjenikçi olarak yaftalanarak kolayca gözden çıkarılabilmektedir. Bu çarpıcı bir şekilde etkili olmuştur, çünkü hangi liberal –ki biyologların çoğu liberaldir– bu etiketlerle lekelenmek ister? Aynı şekilde, modern bilim ile yerli bilme biçimlerinin eşdeğerliğini kabul etmeyi reddedenler sadece ırkçı değil, aynı zamanda sömürgeci de sayılmaktadır. Bu olaylar gerçekleşmişken öğretmenlerin, araştırmacıların ve profesörlerin bu konularda kendilerini sansürlemeleri şaşırtıcı mıdır?
İkincisi ise doğrudan eylemi içeriyor: araştırmaları biyolojik eşitlikçilikten çok uzaklaşan bilim insanlarına şartlar koşmak ya da onları cezalandırmak. Cezalar, profesörlerin derslerini ellerinden almak, hayatlarını akademiden ayrılmak zorunda kalacakları kadar çekilmez hale getirmek, yalanlara biat etmelerini talep etmek, doğrudan kovmak, bilime mitoloji aşılanmasını talep etmek, bulguları “tüm insanların haysiyet ve haklarına” saygı göstermediği için bilimsel makaleleri reddetmek, araştırmacılardan kamu tarafından finanse edilen verileri saklamak ve araştırma fonlarını ideolojik olarak türetilmiş projelere yönlendirmek (Ulusal Sağlık Enstitüleri bir zamanlar bu planı benimsedi ve kısa süre vazgeçti).
Bunun ötesinde ve bu yazının kapsamı dışında, bilimi değerlendirmenin veya bilim insanlarını işe almanın modası geçmiş bir yolu olarak bilimsel liyakate yönelik birçok saldırı var. Liyakat değerlendirmelerinin yerine grup kimliğini dikkate alan daha “bütüncül” şemaların geçirilmesine yönelik, çoğunlukla Sol görüşten gelen çağrıları giderek daha fazla görüyoruz. Bu durum, pek çok üniversitenin öğretim üyesi adaylarından iş başvurularının bir parçası olarak çeşitlilik beyanları (diversity statement) sunmalarını istemesine, aday öğrencilerin MCATS, SAT ve GRE gibi standart testlerden aldıkları puanları sunma zorunluluğunu ortadan kaldırmasına ve hatta fen dersleri çok zor olan profesörlerin kovulmasına yol açmıştır.
Bunun ötesinde, bu yazının kapsamı dışında kalan bir diğer konu da bilimi değerlendirmenin veya bilim insanlarını işe almanın modası geçmiş yolu olarak gösterilen olarak gösterilen bilimsel liyakate yönelik birçok saldırı var. Özellikle sol kesimden gelen, liyakat değerlendirmelerinin yerine grup kimliğini dikkate alan daha "bütüncül" sistemlerin getirilmesi yönündeki çağrılar giderek artmaktadır. Bu durum, birçok üniversitenin iş başvurusunda bulunan öğretim üyelerinden çeşitlilik beyanları (diversity statements) sunmalarını zorunlu kılmasına, öğrencilerden MCAT, SAT ve GRE gibi standart testlerden aldıkları puanlarını sunma zorunluluğunun kaldırılmasına ve hatta bilim dersleri çok zor olan profesörlerin işten çıkarılmasına yol açmıştır.
Bilim her zaman ideolojik etki ve kontrole tabi olmuştur; bu durum, Katolik Kilisesi'nin, güneş merkezli güneş sistemi kabul görmüş teolojiyle çelişen Galileo'yu sansürlemesiyle başlamıştır. Bu etkiler hem Sağdan hem de Soldan gelmiştir; evrim, aşı etkinliği, küresel ısınma, florlu su gibi konular üzerindeki tartışmalar buna örnektir. Fakat şu anda olanlar farklı. Öncelikle, bilim üzerindeki son saldırılar daha önceki dönemlere göre daha genel bir nitelik taşımaktadır. Sadece belirli meselelerle sınırlı kalmayıp her alana yayılmaktadır. Örneğin, biyoloji savaşları artık yalnızca evrim gerçeğiyle sınırlı değil –kariyerlerimizin büyük bir kısmında karşılaştığımız tek kültürel savaş buydu– ve biyolojik cinsiyet, gruplar arasındaki farklar, kullanmamıza izin verilen bilimsel dil, biyolojik eserlerin işlenişi ve modern bilim dışında doğal dünya hakkında öğrenmenin geçerli yollarının olup olmadığı gibi alanlara da yayılmış durumda. Elbette geçmişin ünlü biyologları olan Gregor Mendel, Charles Darwin ve T.H. Huxley de geriye dönük olarak ırkçı ya da cinsiyetçi olarak küçümseniyor.
Dahası, bilime yönelik saldırılar geçmişte olduğu gibi sadece halktan, dindarlardan veya siyasi otoritelerden gelmiyor, aksine bilim insanlarının kendilerinden de kaynaklanıyor. Bazı bilim insanları belirli araştırmaları tabu olarak değerlendiriyor, kamu kaynaklarıyla finanse edilen verilerin erişimini kısıtlıyor, araştırma fonlarının liyakate değil ideolojiye dayandırılması gerektiğini savunuyor ve bireyleri ya da grupları rahatsız edebilecek araştırma makalelerinin sansürlenmesini ya da bastırılmasını talep ediyor. Lysenko vakasında, Sovyet rejimi genetik ve tarım biliminin çarpıtılmasını emretmişti; lâkin bugün kendi meslektaşlarımız doğayı ideolojinin Prokrustes yatağına zorla sokuyor. Bilimsel uyumsuzluk Stalin Rusya'sında olduğu gibi bir ölüm kalım meselesi olmasa da yapılan işler ve araştırma açıkça risk altında.
Peki, bu durum neden şimdi yaşanıyor? Son on yılda politik iklimdeki değişimin, özellikle kimlik siyasetinin hızla yükselmesinin, iyi niyetli olsalar bile Sol'daki bilim insanlarının kendi alanlarını ideolojik erdem ve bir siyasi ‘kabile’ye üyelik sinyali vermek için kullanmalarına neden olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca, fen bilimleri bölümleri de beşerî bilimler bölümlerinde yaygın olan Fransız postmodernizminin etkisine kapılmış durumda. Birçok araştırmacı ve öğretim görevlisinin mesleki zarar görmekten korkarak oto-sansüre başvurmasıyla birleşince, bu durum bilime yönelik ciddi bir tehdit oluşturuyor.
O halde bilimi asli görevine, yani doğayı ve evreni anlamaya nasıl geri döndürebiliriz? İdeolojik baskı büyük ölçüde bilim insanlarının kendilerinden, özellikle de hibe dağıtan ve araştırma makalelerini değerlendirenlerden geldiği için, sorunu bilimsel argümanlarla çözmeyi bekleyemeyiz. Aslında radikal eşitlikçiliğin kendisi, gerçeklere ve rasyonel argümanlara karşı dirençli bir inanç biçimidir. Aynı zamanda bir grup bağlılığı yemini niteliğindedir. Steven Pinker, evrime yönelik direncin bilimsel kanıtları reddetmekten ziyade, evrimi ilkesel olarak reddeden bir dini ideolojiye bağlılık göstergesi olarak nasıl işlediğini açıklamıştı. Onun açıklaması, biyolojiye zarar veren yarı-dini ilerici ideoloji için de geçerli.
“Evrime inanmanın, bilimsel okuryazarlığın bir armağanı değil, muhafazakâr dini bir kültüre karşı liberal seküler bir alt kültüre sadakat ifadesi olduğu savunuluyor. 2010 yılında, Ulusal Bilim Vakfı (NSF), bilimsel okuryazarlık testinden şu soruyu çıkardı: “Bugün bildiğimiz şekliyle insanoğlu daha önceki hayvan türlerinden gelişmiştir.” Bu değişiklik, bilim insanlarının iddia ettiği gibi, NSF’nin evrimi bilimsel kanondan çıkarma konusunda yaratılışçılara boyun eğmesinden kaynaklanmadı. Asıl neden, bu soruya verilen yanıtlar ile testteki diğer sorulara (örneğin, "Bir elektron bir atomdan küçüktür" ve "Antibiyotikler virüsleri öldürür" gibi) verilen yanıtlar arasındaki korelasyonun o kadar düşük olmasıydı ki, bu soru daha tanısal sorulara yer açmak amacıyla çıkarıldı. Başka bir deyişle, bu soru, bilimsel okuryazarlık yerine dindarlığın ölçümü işlevi görüyordu. Soru, “Evrim teorisine göre” ifadesiyle başladığında ise bilimsel anlayış kültürel sadakatten ayrıldığı için, dini ve dindar olmayan test katılımcıları aynı yanıtları verdiler.”
Peki gerçekler gidişatı değiştirmeyecekse, ne yapabiliriz?
Açık bir çözüm, her zaman elimizin altında olan bir şeydir: biyolojik farklılıklardan bağımsız bir tür liberal eşitlikçilik ve ahlak anlayışı. Pinker’ın *Boş Levha* (s. 340) kitabında belirttiği gibi: “Eşitlik, tüm insan gruplarının birbirinin yerine geçebileceğine dair ampirik bir iddia değildir; bireylerin, ait oldukları grubun ortalama özelliklerine göre yargılanmaması veya kısıtlanmaması gerektiğine dair ahlaki bir ilkedir.”
Ayrıca, bilim insanlarının görevinin gerçeği bulmak olduğunu, bu gerçeğin toplum tarafından nasıl kullanılacağına karar vermek olmadığını vurgulamaya devam edebiliriz. Bu, tüm araştırmaların eşit derecede değerli veya ilginç olduğunu iddia etmek ya da bilimin zararlı şekillerde kullanılmadığını savunmak anlamına gelmez (Zyklon-B ve nükleer silahlar akla geliyor). Ancak, birçok araştırmanın öngörülemeyen keşiflere yol açtığı göz önüne alındığında, belli çalışma alanlarını tamamen yasaklamaktan kaçınmalıyız. Eğer bazı insanlar bilimsel araştırmaları ideolojik amaçlarla çarpıtır veya kötüye kullanırsa, bu durumu düzeltme sorumluluğu bilim insanlarının öncülüğünde olmalıdır.
Belki de de nihai çözüm felsefede yatmaktadır—davranışlarımızın hangilerinin iyi, ahlaki veya normal olduğunu belirlemek için doğaya bakmanın bir değer taşımadığını vurgulamak. Bunu yapmak, her zaman iki iyi bilinen yanlışı içerir. İlki, doğalcılık yanılgısıdır “doğal olan yapmamız gerekendir” şeklinde de ifade edilen meşhur “olan olması gerekendir” düsturu. İkincisi ise doğal olanın iyi olması gerektiğini savunan doğaya başvurma safsatasıdır.
Her iki safsata da aynı hatalara yol açar. İlk olarak, siyaset ve etiğimizi doğa hakkında bildiklerimize dayandırırsak, doğa hakkında sonradan keşfettiklerimize bağlı olarak siyaset ve etiğimiz esnek hale gelir. Örneğin, dişi bonoboların birbirlerinin cinsel organlarını bağ kurma davranışı olarak ovaladıkları gözlemi, insan homoseksüelliğinin ne saldırgan ne de ahlaksız olduğuna dair bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Sonuçta bonobo davranışı "doğal"dır. (Birçok türde benzer aynı cinsiyet davranışları rapor edilmiş ve aynı amaçla kullanılmıştır.) Peki ya insan olmayan hiçbir türde böyle bir davranış görülmemiş olsaydı? Ya da bonobo gözleminin yanlış olduğu kanıtlansaydı? Bu, homoseksüel davranışı ahlak dışı veya suç haline mi getirirdi? Elbette hayır, çünkü homoseksüellik hakkındaki aydınlanmacı görüşler, doğayla paralelliklere değil, yetişkinler arasındaki rızaya dayalı cinsel ilişkinin ahlaksız olmadığını söyleyen etik anlayışa dayanır.
İkinci olarak, "doğal" kabul edilen ve diğer türlerde görülen birçok davranışın, kendi türümüzde tiksindirici veya ahlaksız kabul edileceğini anlamalıyız. Bu davranışlar arasında bebek öldürme, hırsızlık ve eş dışı cinsel ilişki gibi örnekler bulunur. Birimizin (Jerry A. Coyne) yazdığı gibi, “Eğer eşcinsellerin davası doğadaki benzerlikler tarafından destekleniyorsa, o zaman çocuk katilleri, hırsızlar ve zina yapanlar da destekleniyor demektir.” Fakat, ahlakımızı veya ideolojimizin tamamını doğadan türetmeyiz. Bunun yerine, diğer türlerde zaten sahip olduğumuz bir ahlaka benzeyen davranışları seçip alıyoruz. (İnsanlar ahlakı İncil gibi dini metinlerden türettiklerini iddia ettiklerinde de aynı şeyi yaparlar, kötü davranışları görmezden gelip iyi olanları överler).
Tartıştığımız tüm biyolojik yanlış anlamalar, önyargılı inançların doğaya dayatılmasını içermektedir. Bu, eski bir yanılgıyı yeni bir biçime dönüştürür ve biz buna "tersine doğaya başvurma" yanılgısı diyoruz. Bu yanılgı, "doğal olan iyidir" varsayımı yerine, "iyi olan doğal olmalıdır" savını öne sürer. İdeolojinizin size sunduğu merceklerle doğal dünyayı görmenizi talep eder. Eğer bir toplumsal cinsiyet aktivistiyseniz, iki biyolojik cinsiyetten fazlasını görmelisiniz. Eğer katı bir eşitlikçiyseniz, tüm grupların davranışsal olarak aynı olması ve bilgi edinme yollarının eşit derecede geçerli olması gerekir. Ve eğer genetik farklılıkları öjeni ve ırkçılığı teşvik eden bir tehdit olarak gören bir anti-kalıtımcı (boş levha savunucusu) iseniz, o zaman genlerin grupların ve bireylerin davranışları üzerinde sadece önemsiz ve önemsiz etkileri olabileceğini bulmalısınız. Bu tür bir önyargı, Richard Feynman tarafından ünlü bir şekilde ifade edilen bilimin en önemli kuralını ihlal eder: "İlk prensip, kendinizi kandırmamanız gerektiğidir ve kandırması en kolay kişi sizsinizdir."
En büyük tehlike, sıradan insanların bilimi anlama kapasitesine değil, doğrudan bilimin kendisine yöneliktir. Bilimin yönlendirici ilkesi (bilimin dayandığı akademik özgürlüğün temeli) araştırma özgürlüğüdür. Bir araştırma alanının tamamını yasaklayanlar ya da bilimsel gerçekleri siyasi sebeplerle çarpıtanlar, sadece bu özgürlüğü ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda saf ve sınırsız araştırmalardan gelebilecek entelektüel ve pratik faydalardan da bizi mahrum bırakırlar.
Bu noktaları vurgulamanın ve tersine doğaya başvurma safsatasının tehlikelerini göstermenin, ideolojiyi bilimden tamamen uzaklaştıracağı gibi bir yanılgıya kapılmıyoruz. İlerlemeci ideoloji, her geçen gün daha da güçlenmekte ve bilimin tüm alanlarına daha fazla nüfuz etmektedir. Ve "ilerlemeci" olduğu için, ayrıca çoğu bilim insanı liberal olduğundan, çok azımız bu özgürlüğe getirilen kısıtlamalara karşı çıkmaya cesaret edebiliyor. Zamanın ruhu değişmedikçe ve bilim insanları, alanlarına ideolojinin toksik etkilerine karşı çıkma cesaretini bulmadıkça, birkaç on yıl içinde bilim şu anki halinden çok farklı olacak. Aslında, bunu bilim olarak tanıyacağımız bile şüpheli.
Jerry A. Coyne & Luana S. Maroja
Çeviri: Taha Acar
Yorum yapmayı unutmayın.