Çelişki: NRx Nedir?
Nick Land benim "çelişki içinde" olduğumu söyledi geçen gün.
Sanırım haklı. Belki de yazar tıkanıklığı yaşıyorumdur.
Bir düşüncenin peşine yeterince takılırsanız, nereye gittiğinizi unutup, en başından düşünüldüğünde aslında pek de katılmayacağınız kanılara varmış halde bulabilirsiniz kendinizi.
Neden reaksiyoneriz? Çünkü modernite rezalet halde.
Nasıl yani? Sayalım;
1. Kadınlar çekilmez, erkekler erkek gibi değil
2. Yabancılar her yerde
3. Disjeni
4. Yozlaşma
5. Estetik zevk yerle bir olmuş
Özetle, ortada bir Asabiyet1 yoksunluğu var. Reaksiyoner düşüncenin temelinde, modernliğin asabiyeti zayıflattığı, bunun da toplumsal çöküşe ve genel bir sefalet haline yol açtığı fikri yatar.
Reaksiyoner düşünce iki ana akıma ayrılır: biri gelenekselci, diğeri fütürist. Veya belki de üçe ayrılır: dini/gelenekselci, etnik/milliyetçi ve kapitalist akımlar.
Dindarlar, asabiyeti ortak inancın sağladığı ideal dini topluma dönmeyi arzu ederler. Ortodoks çevrelere bir bakın. Onların gerçek dünyadan somut bir model sunmadıklarını söyleyebilirim. Ama koskoca din varken deneysel örneklere ne gerek var, değil mi?
Milliyetçi akım tek etnisiteli bir toplum ister, bir millete aitlik duygusunun asabiyeti sağlayacağına inanırlar. Finlandiya ve Japonya gibi sıkça örnek gösterilen modeller bunlardandır. Çatışma dışa yönlendirilerek iç grup daha uyumlu ve işbirliğine açık hale getirilir. Koreliler Japonlardan nefret ettikleri sürece birbirlerine nefret duyma fırsatı bulamazlar.
Milliyetçilerle dindarların kesiştiği bir nokta var: Millete aitlik duygusunun yeterli olmadığı düşüncesi. Mormon modeli de bu bağlamda dikkat çekmektedir. Aitlik duygusu oldukça karmaşık bir kavramdır ve bu duygunun insanlarda ne kadar güçlü bir şekilde karşılık gördüğü pek de açık değildir. Eğer tam anlamıyla karşılık bulsaydı, dine ihtiyaç olmazdı değil mi? Nicholas Wade, dinin doğrudan asabiyetin kendisi olduğunu ve toplumları bir arada tutmak üzere evrimleştiğini savunduğu bir kitap2 kaleme aldı.
Kapitalist akım, asabiyetin ekonomik teşviklere ve akıllı devlet politikalarına bağlı olduğunu savunur. Singapur en açık örnektir. Moldbug bir dönem bu çizgideydi. Hala öyle mi emin değilim. Nick Land ise kesinlikle bu çizgide.
Temel düşünce şu: piyasanın düzgün işlemesine izin verirseniz, ruhani bir toplumsal kardeşlik duygusuna gerek yoktur. Asabiyet, toplu bireysel çıkarların doğal bir ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Belki bunun tek başına yeterli olduğuna inanıp, anarko-kapitalist bir dangalak olabilirsiniz. Ya da hükümetin, ekonomik teşviklerin insanlarda karşılık görmesi için kabileci psikolojik önyargılarla mücadele etmesi gerektiğine inanabilirsiniz; Singapur tam da bunu yapıyor.
Benim nerede durduğumu sorarsanız, milliyetçi akımdayım. Ama eskiden daha çok kapitalist taraftaydım. Kapitalist argüman oldukça güçlü: etnik aidiyet iyi güzel ama bunun kaçınılmaz sonucu milliyetçi-sosyalizm ya da sosyalizmin kendisidir. Eskiden asabiyet daha fazlaydı, ama ekonomik büyüme yoktu. Viktorya dönemi için ne kadar nostalji duyulursa duyulsun, kim gerçekten o zamanlarda yaşamak ister? Kim etnik dayanışmayı modern tıp ve teknolojiye tercih eder? Reaksiyon, şu anki hayatı sevmemekten değil, geleceğimize dair korkudan kaynaklanır. Evet, emekçi halk barbarlaşmış olabilir, ama zaten çok da medeni değillerdi. Etnik dayanışma tek başına bilimsel ilerlemeye ve ekonomik büyümeye hizmet etmez. Ben de bunların iyi şeyler olduğuna inanıyorum.
Ama kapitalizm, piyasanın kendi haline bırakılması gerektiğini savunur. Peki, piyasa şu anda ne yapıyor? Son dönemlerde zenginlik giderek belirli kesimlerde toplanıyor. Plütokrasi tüm gücüyle geri geliyor. Plütokratlar birçok iyi şey yaptı, evet. Ancak savunulan argüman şu: eğer hükümet sosyalist düzenlemelerle onların hırslarına engel olmasaydı, çok daha iyi işler çıkarabilirlerdi. İşçileri kuru ekmek karşılığında çalıştırmalarına izin verselerdi açığa çıkaracakları ekonomik büyümeyi bir hayal edin! Yeter ki ucuz pamuk gelsin, köle kamplarında ne sakınca var, öyle değil mi?
Plütokratlara duyduğum nefret ve küçümseme (ki buna kıskançlık diyebilirsiniz) bir yana, plütokrasiyle ilgili esas sorunum gördüğüm trendler. Öncelikle, çoğu plütokratın ekonomik büyümeyi en üst düzeye çıkaracak bir sistemin peşinde olmadığını görüyorum. Onların asıl derdi, ucuz iş gücü olarak kullanmak üzere dışarıdan sürekli bir göç dayatmak. “Bell eğrisi”nin sol yarısındaki insanların maaşlarının düşmesini umursamasam bile, yine de tüm dünyanın Brezilya gibi bir yere dönüşmesine karşıyım. Bana ve çoğumuza göre, plütokratlar insanlığın refahını artırmak için mücadele etmiyor. Melez kitlelerin tepesine oturacak endogamik3 bir kast haline gelmeye çalışıyorlar. Meksika’daki yönetici sınıfla eşdeğer bir konuma gelmek, statülerinin nesiller boyunca sürmesini istiyorlar. Onları suçlamıyorum; insan doğası gereği statü peşindedir. Kadınların hipergami4 davranışının bir uzantısı olarak, tüm erkekler piramidin en tepesinde olmak ister. Statü rekabetinin sonu gelmese bile, kast sistemi en iyi çözümdür. En tepede kalmayı garantilemenin tek yolu, geri kalan herkesin biyolojik olarak yukarı çıkamayacak durumda olmasıdır.
Bu da işe yaramazsa, görünen o ki yapay zekâ tekilliğine5 doğru hızla itiliyoruz. Eğer hükmedecekleri bir ucuz iş gücü olmayacaksa, iş gücü tamamen ortadan kalkacak. Robin Hanson’ın ems teorisi olumlu anlamda kıyamet senaryosu niteliğinde6. Bu fikrin ne kadar uygulanabilir olduğunu bilmiyorum, ancak otomasyonun giderek arttığı bir gerçek. Tabi buradaki ironi üretim süreçlerini otomatikleştirmenin nihai amacının ürünleri satmak olması. Fakat bu ekonomik mantık, çoğu insanın istihdam edilemeyeceğini ve dolayısıyla gelir sahibi olmaması gerektiğini öngörüyorsa, kim alacak bu ürünleri? Neden üretelim ki?
İnsanlar bir şeyler edinir çünkü 1: karşılığında bir şey üretirler ya da 2: güç kullanarak zorla alabilirler. Zorla almak, eski usul haydutluk olabileceği gibi, iktidar sınıfının bir kolunun, sana bir şey verilmezse çeteleşeceğin gizli varsayımıyla kaynak aktardığı sofistike bir siyaset biçimi de olabilir. Elbette, günümüz halk çetelerinin askeri gücü neredeyse sıfır. Ancak çoğu insan bunun farkında değil. Siyasi yapılarımız, 19. yüzyıl başlarındaki askeri dengeye göre kurulmuştur. Bize demokrasi vermezseniz, 1848’de olduğu gibi isyan ederiz. Tabii ki, devlet karşı koymaya istekli olsaydı, günümüzde hiçbir halk ayaklanması başarıya ulaşamazdı. Bugün ordu askerlerin sadakatine bağlıdır ve bu sadakat aynı zamanda etnik dayanışma duygusundan beslenir. Peki, bu ne kadar sürecek?
Günün sonunda, siyasi sistemler doğrudan üretim kapasitesine ya da ideolojiye bağlı değildir. Asıl belirleyici unsur askeri teknolojidir. Gelecekle ilgili pek çok varsayım, insanların savaşmayı bırakacağı ve her şeyin ekonomik ilişkiler ekseninde şekilleneceği düşüncesine dayanır. Ancak gerçek şu ki, önemli olan hala kimin en büyük silaha sahip olduğu. Plütokratik, Brezilyalaşmış bir ABD askeri üstünlüğünü koruyabilir mi? Yoksa sıkı aidiyet bağlarıyla Finlandiya’nın üstün asabiyeti, ABD hükumetinin dış müdahalesine karşı koyabilecek otomasyonlu bir ordu geliştirmelerine olanak mı sağlayacak? Yoksa kapitalizm yapay zeka tekilliğine ulaşacak, Skynet’i geliştirecek, onun tarafından yok edilecek ve dünyayı; herkes Matrix’e bağlı, ölümüne eğlenirken, üremeye devam eden Mormonlar, Amişler ve Harediler mi ele geçirecek?
En nihayetinde, önemli olan sadece budur.
Yazar: Spandrell
Çeviri: Katharsis
Editör: Fahri Tüfenktürk
Asabiyyet: İbn Haldun’un ortaya koyduğu “grup dayanışması” ya da “toplumsal bağlılık” anlamına gelen kavram. Bir toplumun varlığını ve düzenini sürdürebilmesi için üyeleri arasındaki ortak aidiyet ve dayanışma duygusunu ifade eder.
Nicholas Wade, İnanç İçgüdüsü: Din Nasıl Ortaya Çıktı ve Neden Hala Var Olmaya Devam Ediyor?, Çev. Müge Sözen, Say Yayınları, 2012. Ayrıca bkz. https://bloggingheads.tv/videos/2393
Endogamik: Aynı sosyal, etnik ya da dini grup içinde evlilik yapmak, iç evlilik.
Hipergami: Evlilik veya eş seçimi sırasında sosyal, ekonomik veya kültürel açıdan daha üstün bir partner tercih etme eğilimi.
Singularity: Yapay zekanın insan zekasını aşıp kendi kendini geliştirme yetisine ulaşarak kontrolden çıkabileceği varsayımsal kırılma noktası.
Ems (emulated minds): İnsan beyinlerinin dijital ortamda kopyalanmasıyla oluşturulan yapay zihinler. Robin Hanson’ın The Age of Em: Work, Love, and Life When Robots Rule the Earth (2016) adlı kitabında anlatılan bu kavram, bu zihinlerin sanal dünyalarda varlıklarını sürdürdüğünü ve ekonomide büyük değişikliklere yol açabileceğini öne sürer.