Değişen Değerler ve Hareket: İdeolojilerin Tarihsel Yumuşaması Üzerine Bir Deneme
Tarihsel ideolojiler, dünyayı görüş ile kavrayış farkları göz önüne alınsa dahi geçmişe gidildiğinde, bu ideolojilerin ilk filizleri ile nüveleri takip edildiğinde karşımıza çıkacak şey ortaktır: ahlakçılık. Bu ahlakçılığın nesebi, temellendirilmesi ve harekete olan dolaylı veya dolaysız etkileri tartışmaya açıktır. Fakat tüm hareketlerin ortak noktasında öyle ya da böyle bir ahlakçılık düşüncesi bulunması ve bunun neden orada olduğuna dair düşünceleri fark etmek pek de zor değildir.
Avrupa sosyalizminin ve komünizminin “mihrabı” denebilecek bir tıynette olan Antonio Gramsci “Hapishane Öncesi Yazılar” ismiyle toplanıp kitap haline getirilen ancak temelde uzun süreli hapishane hayatına başlamadan önce yazdığı köşe yazılarından derlenen bu eserde, çok çeşitli konulara temas etmektedir. Bu metinler toplamında; bu yazımız için önemli iki makale bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kokain ikincisi ise Futbol ve Scopone isimli yazılardır1.
Kokain isimli yazısında ( 21 Mayıs 1918) Gramsci bize bir asayiş olayını anlatmaktadır. Anlatıma göre Moğol isimli bir kulüpte gençler geç saatlerde kokain ile “kafa buluyorlar” ve yapılan araştırmalar sonucunda polis bu kulübü kapatıyor. Belki kokain çekilen, kulüpler değil ama günümüz Türkiyesi’nde duymaya ve belki de çevremizde görmeye alışkın olduğumuz hadiseler gibi. Fakat Gramsci bu hadiseden bir siyaset dersi çıkartmakta ve biz okuyucularına anlatmaktadır; şöyle söyler; “Temelinde çalışmak olan, ama başkalarının çalışması olan bütünüyle yüzeysel bir uygarlığın. Böylesine leş kokulu bir pisliğin üretilmesi son derece doğal: insanların amacı yok, ahlakı yok, tarihi yok. Birçok insan için hayat neden ibarettir? Saf hayvansılık, duyuların verdiği haz, sinirlerin ve kasların mekanik hareketi. O halde neden kendilerini kokainle uyuşturmasınlar?... Ahlaksızlığın çok daha yaygın olmamasının nedeni, ahlaki görev duygusu değil, kayıtsızlık, bildiğiniz hayvansı kayıtsızlık”
Yukarıdaki alıntıda, Gramsci –ki tamamen alıntılayamadığım yazısında çok derinlikli tespitlerde bulunmaktadır– kokain tüketiminin burjuva toplumunun sonucu olduğunu, amacı olmayan, tarihi olmayan ve ahlakı olmayan insanların bu uçuruma düştüğünü yani kokain kullanmanın yalnızca hedonist bir hazcılık ve apaçık bir “ahlaksızlık” olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yine aynı makalenin ilerleyen satırlarında şöyle demektedir; “Anavatan, aile, insanlık, iyilik, adalet, eğer bunlar gerçek olacaklarsa gün boyunca defalarca ama defalarca hayata geçirilmesi gerekir, bu da çok çalışmayı ve fedakarlığı getirir, insana tatmin ve mutluluk verir.”
Futbol ve Scopone isimli yazısında ise İtalyanları pek sportmen olmamakla eleştirmiş, ciğerlerini açmak yerine tüm gün scopone ismi verilen bir kağıt oyununu oynayarak, kahve köşelerinde ciğerlerine sigara çekerek, günlerini geçirdiklerinden dolayı onları ağır bir eleştirinin öznesi haline getirmiştir.
Bu örnekleri zikretme sebebim ise şudur: Bugün gelinen noktada sağ veya sol olarak nitelendirilen fakat belki de bu nitelendirmeleri tam anlamıyla taşımayan ya da bu değerlendirmeleri aşan tüm örgütler/ partiler böyle bir ahlakçılık anlayışından gittikçe uzaklaşmıştır, uzaklaşmaya da devam etmektedir.
Günümüz ideolojilerinin temsilcileri, o veya bu hareket fark etmeksizin genellikle, uyuşturucu madde kullanmayı “işçi sınıfına” mensup olmakla, “fakir mahallede” büyümekle, “aileden görmekle” ilişkilendirmekte, bu türde zararlı alışkanlıklara sahip insanları eleştirmemekte ve hatta bazı durumlarda da sahiplenmektedirler. Bu kişisel bir gözlem olmakla birlikte tabi ki tüm insanları/partileri kapsamamaktadır. Bu türden çıkarımlar bireyin iradesini ortadan kaldırmakta, insanın seçim yapabileceği gerçeğini unutarak sorumluluğu bireyden topluma çekerek bireyi ahlaksızlık faaliyetinden ari halde tutmaktadır. Bunun sonuçları ise sanıldığı gibi, Katolik günah çıkartma faaliyeti gibi saflaşmaya –ne derece faydalı tartışılabilir– gitmemekte, aksine temsil edilen ideolojilerin saflığını kaybetmesine yol açmaktadır. Günümüzde “sol” veya “sağ” eğer tüm çıplaklığı ile uyuşturucu kullananları ve satanları, fahişelik yapanları ve bilumum ahlaksızlık faaliyetlerini yapanları sahipleniyor ise, bu tarihsel kökenlerden kopuşla ve fikri takibin gittikçe körelmesiyle açıklanabilir. Kavramlar gittikçe silikleşmekte “ahlak” kelimesi ise geçmiş çağların bir zırvası olarak tozlu evrak rafının ortasına itilmektedir.
Ahlakla ilişkili bir diğer kavram ise çok tartışılan, çok değerlendirilen bir başka kavram olan “özgürlük” kavramıdır. Özgürlük kavramı ideologlar, sosyologlar, tarihçiler ve siyaset bilimciler tarafından kendi meşreplerince yıllardır tartışılmış ve tartışılmaya devam edilmektedir. Nitekim bu yazımda özgürlük kavramına bakışım ideologların penceresinden olacaktır. Bu minvalde ele alacağım kişiler Lenin, Oswald Spengler, Gramsci ve Şevket Süreyya Aydemir’dir.
Lenin’e göre özgürlük; burjuva toplumunun anladığı şekliyle bireysel özgürlük değil toplumun özgürlüğüdür. Lenin’e göre “Özgürlük ama hangi sınıf için?” sorusu en temel özgürlük sorularına binaen sorulmalıdır. Bir de özgürlüğün ekonomik boyutu vardır. “Basın Özgürlüğü”, “İfade Özgürlüğü”, “Seçme Özgürlüğü” gibi kavramlar, Lenin’e göre burjuva sömürü düzeninin sömürüye devam etmek için taktığı maskelerdir. Biraz sloganlaştırmak gerekirse veya romantikleştirmek, Lenin’e göre “ekmek olmadan” özgürlük olmaz.
Oswald Spengler ise Batı’nın Çöküşü adlı abidevi eserinin her sayfasından anlaşılabileceği üzere, kaderci bir düşünürdür. Spengler’e göre özgürlük, kaderin götürdüğü yolda, kaderin belirlediği sınırlar içerisinde “kaçınılmaz olana evet” demektir. Bireyin kendini bazı sınırlar içine kendi hür iradesiyle koymasıdır. Spengler’i burada zikretme nedenimiz, birazdan inceleyeceğimiz üzere Gramsci ile olan benzerliğidir.
Antonio Gramsci 11 Şubat 1917’de yazdığı “Özgürlük ve Disiplin” adlı köşe yazısında şöyle demektedir; “Bir harekete katılmak demek gelişmekte olan olaylarda kendi payına düşen sorumluluğu almak, bu olaylara şekil veren inanlardan biri olmaktır. Sosyalist gençlik hareketine katılan bir delikanlı bağımsızlık ve özgürlük yolunda bir adım atar. Kendini gönüllü olarak bir disiplinin içine sokan insan, bağımsız ve özgürdür. Su, yere rastgele döküldüğünde ve arılaştırılıp atmosfere salındığında değil, bir derede ya da nehirde iki kıyı arasında akarken saf, özgür ve kendisidir. Siyasi disipline uymayan bir insan, kesinlikle gaz halinde bir maddedir ya da yabancı maddelerle kirlenmiş demektir; yani yararsız ve zararlıdır.”2
Spengler, Lenin ve Gramsci’de ortak olan nokta görülebileceği üzere; insanın kendini belli sınırlara, kendi iradesiyle sokmasıdır. Bu belli bir amaç uğruna çalışma ile birleştiğinde insanın ahlak/ özgürlük ve yüce amaç üçgeni kurulmuş olmaktadır.
Şevket Süreyya Aydemir ise “Tek Adam” ile “Suyu Arayan Adam” gibi eserlerin yanında belki de Türk Devrimi’ne harika bir giriş eseri olan “İnkilap ve Kadro” isimli kitabında Türk Devrimi’nde özgürlüğe bakış, inkılapların hürriyet karakterine dair çok kıymetli bilgiler vermektedir. Biraz uzun olan bu alıntı şöyledir; “ İnkilabımızın hürriyet anlayışı elbette ki, çelişmeli ve başıboş bir demokratik toplumdaki anlayış tarzından başka olacaktır. Bize göre millet denilen topluluğun hayrına ve onun emrinde iş ve vazife sahibi olmak, hürriyetin kendisidir. Bunun heyecanını anlamayanlar ve duyamayanlar, kendi miskin çerçevelerinde kalsınlar. Fakat biz bütün millet namına ve bütün millet hayrına, vatan mikyasında teşkilatlandırılmış iş’in, ferdin hakiki hürriyetini yaratacağına ve onu tabiata hakim kılacağına inanıyoruz. Bu geniş hava anlayış içinde, nasibinden emin olan ferdin, bütün kabiliyetlerinin inkişaf imkanları bulacaklarına inanıyoruz. Türk toprağı üstünde Türk insanı, ancak bu düzenli ve teşkilatlanmış gücü iledir ki, tabiatı kendi emrine râm eder. Bu açıdan bakılınca, XIX.yüzyıl anlamında klasik, liberal bir demokrasi anlamının, o rejim tarafından hiçbir zaman tahakkuk ettirilemeyen insani ülkülerini, kendi yapısında tamamen temsil eder. Hatta klasik demokrasi nizamına bakarak çok daha geniş, çok daha ileri bir aşama safhası gösterir”. 3
Yukarıda zikredilen alıntılara binaen, ismi geçen ideologların “ahlak” ve “özgürlük” anlayışları bugün nasıl okunmalıdır? Siyasi ideoloji fark etmeksizin, ortalama derecede politize olmuş bir insanın “özgürlük” beklentisi ve güncel iktidarın kısıtlamalarına dair isyanları “özgürlüğün” hangi kollarını kapsamaktadır? Lenin’in ifade ettiği “burjuva tipi özgürlük” bugün kendisine “sağ” veya “sol” diyenler tarafından savunulmakta mıdır?
Daha açık konuşmak gerekirse Türkiye’de özgürlük ve ahlak tartışmaları, neden hep kılık-kıyafet ile cinsellik kapsamında yorumlanmakta? O minvalde konuşmayanlar da neden o tarafa çekilmeye çalışılıyor? Bu sorular üzerinde durulması, uzunca tartışılması gereken sorulardır.
Bunun en temel nedeni yazıda sıklıkla vurguladığım şekliyle, savunulan şeylerin tam manasıyla halkımız tarafından bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Hangi parti veya örgüt olursa olsun, insanlar geçmiş dönemde ideologların sıklıkla tartıştıkları, yorumladıkları şeyler sanki hiç tartışılmamış ve yorumlanmamış gibi tekrardan hallaç pamuğu şekliyle mevzuları tartışmaya çalışmaktadır. Bu ancak ve ancak bir fikir tembelliğidir. Fikri takip ise en azından kendisini “mücadeleci” olarak nitelendiren veya yalnızca “entelektüel” mizacı sebebiyle bu konuda yayınları takip eden herkes için önemlidir. Aksi halde, bu boş ve gereksiz sorular yumağı yalnızca vakit kaybına neden olmakta, bireysel tercihler toplumsal görünümlerin önüne geçirilerek inkılabın, devrimin, hareketin –her ne derseniz– asıl mesajının görünür olmasını engellemektedir.
Bu kişilerin dönemindeki ahlakçılık ile dönemimizdeki ahlakçılık anlayışındaki ayrımın başka bir sebebi ise ahlakın, sürü ahlakına evirilmiş olmasıdır. Bu figürler ideolojileri itibariyle insanlık veya dünya için doğru olanı belirlemeye ve uygulamaya çalıştılar, ama günün sonunda mirasları grup çıkarları için düzenlenmiş görece daha kabul edilebilir hallere büründürüldüler. Nietzsche’nin tabiriyle “Artık ahlaki perspektifi oluşturan, bir görüşte, bir durumda ve duyguda, bir istemede, bir yetenekte ne kadar kültüre-tehlikeli, eşitliğe tehlikeli yön bulunduğudur: korku burada da yeniden ahlakın anasıdır. En yüce ve en güçlü dürtülerde, tutkuyla ortaya çıkıp, bireyi ortalamanın çok ötesine ve sürü bilincinin düzlüklerinin çok yükseğine sürüklediklerinde, topluluğun benlik duygusu yok olur, kendine inancı, adeta omurgası parçalanır; bireyi sürünün üstüne çıkartan ve komşuda korku uyandıran her şeye bundan böyle kötü denir; ucuz, mütevazı, hizaya giren, kendini eşitleyen zihniyet, arzuların vasatlığı ahlaki unvana ve onura sahip olur. Sonunda, çok barışçıl durumlarda, duygularını sertliğe ve katılığa eğitme fırsatı ve gerekliliği giderek azalır; şimdi bu sertlik adaletle bile, vicdanı rahatsız etmeye başlar: yüksek ve katı bir seçkinlik ve kendinden sorumlu olmak neredeyse incitir ve güvensizlik uyandırır “kuzu”, daha da çok “koyun,” saygı kazanır. Toplumun tarihinde ciddi ciddi ve dürüstçe kendine zarar verenlerin, suçluların tarafını tuttuğu, hastalıklı bir yumuşama ve sevecenleşme noktası vardır. Cezalar ve yasalar bir yerde haksızlık görünür toplumun gözüne...”4
İnsanların gittikçe tek tipleşmesi çeşitli akademisyenler tarafından veya bağımsız gözlemciler aracılığıyla sıklıkla kulağımıza çalınmıştır. Fakat eğer ideolojiler de tek tipleşiyorsa? Bu durumun yarattığı, toplumsal olaylara karşı verilen-verilebilecek tepkilerin akıbetini etkilemez mi? Michael Freeden, İdeoloji (Ideology, 2003) adlı kitabında bize hayali bir senaryo üzerinden bir ideolojiler karşılaştırması yapar, alıntı oldukça uzundur fakat özetlemek gerekirse olay şöyledir; Bir şehirde yürüyorsunuz, bir sokağa girdiniz ve karşınızda eylem yapan bir kalabalık var. Eğer Anarşistseniz, “Erk halkın elinde olmalı, bütün baskıya rağmen halk isteklerini dışarı vuruyor,” dersiniz, eğer Muhafazakarsanız, “Seçim ile istediklerini elde edemeyecek olan, tehlikeli bir grup, bir şiddet eylemi yapıyor,” dersiniz. Eğer Liberalseniz “İşte toplumumuzun açık yapısının bir tezahürü,” dersiniz. Tabii ki tüm bunlar dar kalıplara sıkıştırılmış tepki mizansenleridir. Fakat hakikate işaret ettiği bir nokta taşımaktadır.
Günümüzde politika ile ilgilenen, sıradan bir vatandaş için bile, siyasi hayatta karşılaştığı olayları yorumlamak için bir “arketipler” haritası mevcuttur. Bu çoğu zaman isabetli olsa dahi bazen isabetli yorumlamaların ve doğru bilgilerin de önüne geçmektedir. Daha açık olmak gerekirse “A kişisi şöyle söyledi,” “Ben buna katılmıyorum çünkü o bir faşist” diyerek çok katmanlı olabilecek potansiyel bir tartışmadan kaçabilirsiniz. Bunu da tabi ki ideolojinizin size verdiği harita ile yaparsınız. Bu anlamda her ideoloji dünyayı okumada ve yorumlamada bir takım at gözlükleri hediye edebilir. Bir de ideolojik körlüğe tutulabilirsiniz tabii. Yukarıda anlattığım ahlakçılık örneklerini sosyal medyada ve televizyon haberlerinde duyduğunuz şeyler ile kıyaslamanızı istiyorum. Oldukça kötü hareketler, “bizim cenahtan” veya “bizim adamımız” denilerek, sık sık vurguladığım üzere, ideoloji fark etmeksizin “temizliğe” ket vurmuyor mu? Elbette ki vuruyor. Bu kötü durumlar aşırılaştığında ise ideoloji sahipleri artık dönüp baktığında kendi de ideolojisini tanıyamayabilir.
Bir de işin diğer bir tarafı var. Bu da oldukça zehirli bir yön, “Tuhaf bir saygı dini”v gittikçe tüm dünyayı etkisi altına almıyor mu? Doğru olduğunu bildiğimiz şeyleri, artık bir başkası veya daha açık konuşmak gerekirse toplum içindeki ufak bir azınlık alınmasın diye eğip bükmüyor muyuz? Yahut eğilip bükülmeyenlere, toplumumuzda nasıl bakılıyor?
Timur Kuran, Yalanla Yaşamak adlı eserinde –çok basitleştirerek– gündelik hayatlarımızdaki tercih çarpıtmalarımızın nedenlerine ve sonuçlarına odaklanıyor. Mesela turuncu rengini sevmeyen bir arkadaş grubunda turuncu rengini seven biri varsa, turuncu rengini sevdiğini artık çok sık söylemiyor, grupça yapılan aktivitelerde o renkten bahsetmiyor vb.
Aydınlanmanın temel paradigmalarından biri “sapere aude” cümlesinde saklıdır. Yani “bilmeye cesaret et” diye çevirebileceğimiz bu cümle, bugün eğer bilmeye cesaret etmeye başlarsak bile hayatımızda çok şey değiştirebilir. Fakat artık bilmeye değil, çok temel soruları dahi sormaya cesaret edemiyoruz. Tercihlerimizi çarpıtıyor, yalanla yaşıyoruz. Oysa ki, insanlık tarihi boyunca huzur ve güven içinde yaşamak için kanunlar ve kurumlar icat ettik. Fakat bugün bu kurumlar aksıyorlar. Falih Rıfkı Atay Zeytindağı adlı eserinde şöyle söyler; “En azılı katili, eli titrek bir hakim mahkum eder ve bir çingene asar. Devlet, kanun ve otorite hüküm sürdüğü zaman, Çakırcalı ipe takılmış bir cesetten başka bir şey değildir.” (Atay,37)
25.10.2025 tarihinde tüm dünya şu haber ile sarsıldı5; İsveç’te Eriteli bir mülteci olan Yazied Mohammed, 16 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etti. Mahkeme sanığa yalnızca üç yıl hapis cezası verdi ve cezasını çektikten sonra ülkeden sınır dışı edilmeyeceğini belirtti. İsveç halkı başta olmak üzere tüm dünyadan insanlar, buradaki adaletsizliğe ve adeta suçluyu ödüllendiren bu cezaya tepki gösterdi, fakat bir grup insan ise olayı şöyle yorumlamakta ısrar etti; Bu insanlar yıllarca sömürüldü, medeniyeti tanımıyorlar, akılları tam sayılmaz vb. Şimdi yukarıdaki Falih Rıfkı Atay alıntısını tekrar okumanızı rica ediyorum. Artık inşa ettiğimiz bu kurumlar içinde hiçbir hakim azılı suçluları bile cezalandıramayacak hale geldi. Bunun yegane sorumlusu ise, sürüleşen insanlar ve sürüleşen insanların arasında kalıp tercihlerini çarpıtan, aslında doğru düşünce sahibi insanlar. Kurumlar suçluları cezalandırmayıp, mağdurların mağduriyetine katkı sağlamaya devam ettikçe, Avrupa akademileri bu hadiselerin entelektüel ve düşünsel planını sağlamlaştırmak adına sahte bilim üretmeye devam ettikçe, bu cendereden çıkılabilecek gibi durulmuyor.
Son söz olarak özgürlük ve ahlak adlı terimler 21. yüzyılda da ihtiyacımız olan ve siyasi hareketlerin dayandırılması, sahiplendirilmesi ve mücadeleci kimliğini yeninden kazanması için halen dahi şiddetle ihtiyaç duyulan terimlerdir. Bu kavramlar yalnızca istediğini giymek- istediğiyle ilişkide bulunmak olarak yorumlandıkça, bu dar zihin dünyası, bu kavramları yok sayarak, hor görerek, kendi ideolojilerini de baltalamaya devam edecektir. Burada normal şartlarda bir de çözüm önerisi olması gerekirdi fakat ben de çözümün ne olacağını bilemiyorum. Bilen kimselerin bu konuda yazıp çizmeye devam etmesi dileğiyle.
Yazar: Alperen Kılınç (@Alperen Kılınç)
Editör: Fahri Tüfenktürk
Antonio Gramsci, “Hapishane Öncesi Yazılar”, Çev. İdem Erman, Kalkedon Yayınları,2021
Gramsci, a.g.e, s.51
Şevket Süreyya Aydemir, İnkilap ve Kadro, s.170 Bilgi Yayınevi, 1968
Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev.Ahmet İnam, s.114


