Bazı eserler büyüdükçe yazılmalıdır, hiçbir zaman tamamlanmış değildirler. Dilin bahçesinden toplanmış çiçek buketlerine benzerler. Başka bir kapıdan girersek, bahçeyi farklı bir mevsimde ya da sadece farklı bir ruh halinde dolaşırsak yeni çiçeklerin açtığını görür ve bukete onları da ekleriz. Zira kelimelerin filizlendiği toprak sınırsızdır.
Yazara eşlik eden okur da bu dönüşüme davetlidir. Kendi isteğiyle birçok çiçek, birçok yaprak keşfedecek ve sembolik tefekkürden aldığı zevki derinleştirecektir.
Bu fikrin neredeyse hiç argümana ihtiyacı yoktur; çünkü dil ile beden arasındaki bağlantının zengin olması gerektiği açıktır. Eğer beyni dilin bestecisi olarak kabul edecek olursak beden de onun enstrümanıdır; yalnızca fonetik değil, aynı zamanda ritmik, ölçüsel ve melodik biçimleri de belirler. Konuşmaya tüm yararlı insan etkinliklerinde olduğu gibi bütün beden, özel amaçlar için yaratılmış organlar, katılır. Nefes, diyafram, kalp atışı ve dolaşım, sesi üreten ve birleştiren sanatsal enstrümanı canlandırır, güçlendirir ve doldurur. Kalp tutkuları aktarır, beyin düşünceleri iletir. Ritmik gerilim metronom işlevi görür, müzikal tefekkür ise uyum sağlar. Jestler noktalama işlevi görür, yüz ifadeleri iletişime mükemmel bir yorum katar. Ses sustuğunda göz konuşmaya devam eder.
İkna söz konusu olduğunda –ister sanatla, ister akılla, ister iradeyle olsun– bütün beden, her parçası, bir tel gibi titreşerek dile dönüşür. Dil ile beden arasındaki doğrudan, iç içe geçmiş ilişki onların yaratıcı bir güçle bağlı olduğunu gösterir. Beden enstrümandır, dil ise unsur. Her ikisi de birbirleri için yaratılmıştır – yüzgeç ile su, göz ile ışık huzmesi, kanat ile hava gibi. Bu ilişki tarihin ötesindedir, hatta zamanın da ötesinde. Dil bize bahşedilmiştir; yani dünyayı dolduran bu kudretli unsurla doludur – eter, ruh, logos veya nefs gibi bir oluruz. Ancak bu şekilde kavrayışımızın çok ötesinde olan şeyleri dile getirebilmemizi açıklayabiliriz. Nasıl ki renksizlikten renk doğarsa, dil de dile getirilemeyenden beslenir.
Öte yandan dil, duyusal ve ruhsal olarak elle tutulur hale geldiğinde insan, onu kendi yaratıcı gücüyle idare eder. İnsanın bütün eserleri içinde en büyüğü budur: dünyanın dokusu; biçimlerini, renklerini, ideogramlarını ve hiyerogliflerini sayısız bilinmeyen ve adsız insanın, ulusların dehasının ve büyük ustaların yarattığı o doku. Bütün yapılar arasında en kalıcı ve en eski olan dilin kendisidir; labirentleri ve zindanları, salonları ve gözlemevleriyle yüksek pencerelerinden tarih ve tarihöncesine bakan büyülü bir şato. Tüm bu yıkımın ortasında bizim için korunması ne büyük şans! Geçmişin bütün mirası odalarında saklıdır ve bugüne dek ulaşmıştır. Burada yuvasını bulan asla umutsuzluğa düşmez, daima tatmin bulur ve zengin bir biçimde yenilenir.
Dil sadece bir vahiy, armağan değil; aynı zamanda bir sanat eseri ve bir ifadedir. İnsanın özellikleri, bir kitaptaki harfler gibi onun içine işlenmiştir. Bu izlerden, tıpkı kayadaki izlerden soyu tükenmiş hayvanların biçimini tahmin ettiğimiz gibi, insanın gelişimi ve yaşamı hakkında hükümler verebiliriz. Aynı şekilde, insan bedeni de dil üzerinde düşünmeyi ve yorumlamayı teşvik eden izler bırakmıştır. Bu izleri takip ederek dil hakkında çok daha önemli keşifler de yapabiliriz.
Yazar: Ernst Jünger
Kaynak: Language and Physique - Jünger Translation Project
Çevirmen: Ömer Sarı
Editör: Fahri Tüfenktürk