Fiume’de Yanan Alev: Gabriele d’Annunzio 1. Bölüm
Ahmet Doğucan Tayfur
11 Eylül 1919 tarihinde İtalyan şair Gabriele d’Annunzio, 189 asi askerle birlikte Adriyatik’teki bir liman kasabası olan Fiume şehrini ele geçirerek Büyük Savaş sonrası inşa edilmek istenen düzene isyan bayrağını açmış ve İtalya’nın siyasi geleceğini yeniden şekillendirecek bir eyleme imza atmıştı.
Peki ya bu adam kimdi? Dışarıdan bakınca sıradan bir edebiyatçı olması beklenen bu adam nasıl ülkesinin siyasi tarihinde bu kadar önemli bir yer elde edebilmişti? Bu yazıda “Il Vate” d’Annunzio’nun hayatı ve İtalya’daki etkisi anlatılacaktır.
I) Çocukluk
Gabriele d’Annunzio, 1863 yılında İtalya’nın bugünkü Abruzzo bölgesinin Pescara adlı kasabasında varlıklı bir toprak sahibi olan Francesco Paolo Rapagnetta d’Annunzio’nun oğlu olarak doğmuştu. Francesco, teyzesi tarafından evlat edinilince onun kocası olan tüccar Antonio d’Annunzio’nun soyadını almıştı ve bu soy ismini ailesine aktarmıştı.
Kendisi pek de dindar olmayan d’Annunzio, kırsaldaki çocukluk yılları sırasında dinle iç içe olacaktı. Nitekim Hıristiyanlık ve onun ibadet biçimlerine duyduğu hayranlık da burada başlayacaktı. Yaşlılığında çalışma odalarını çeşitli dini sembollerle ve bir “prie-dieu1” ile dolduracak olan d’Annunzio’nun büyüdüğü yatak odasında kardeşiyle birlikte uyuduğu yataklar dışında bulunan tek mobilya bir “prie-dieu” idi, tek dekorasyon ise uykularında onları izleyen dini tablolar olmuştu. D’Annunzio gençliğini “Tanrı’nın ve onun takipçilerinin” arasında geçirmişti.
D’Annunzio’nun büyüdüğü türden köylerde kilise yalnız bir ibadet yeri değil, aynı zamanda orada yaşayan toplumun totemiydi. D’Annunzio’nun küçüklük yıllarından aklına kazınan bir diğer görüntüyse yalınayak ülkeyi dolanan hacıların kendi köyünün kilisesine ziyaretleriydi. Aklında kalan spesifik bir görüntüyse peşine yüzlerce insanı takmış, takipçilerinin “Mesih” dediği mavilere ve kırmızılara bürünmüş bir hacıydı. O ve kendisini takip eden insanlar ağlayarak, bağırarak ve d’Annunzio’nun deyimiyle “Memleketin bir ucundan öbür ucuna giden bir fanatizm rüzgarı içinde” şarkılar söyleyip dilenerek kasabaları dolaşıyordu.
Yetişkinliğinde tüm gürültüsüyle modernizmi benimseyecek olan d’Annunzio tek gürültünün koyun sesleri olan Abruzzo’daki gençliği eserlerine de yansıyacaktı. D’Annunzio’nun acemilik döneminde yazdığı şiirlerin büyük çoğunluğu doğduğu coğrafyanın çobanlarını ve ırmaklarını anlatan pastoral şiirler olacaktı. Abruzzo’da geçen “Ölümün Zaferi” adlı romanında gençliğinde gördüğü hacıları andıran sahneler tasvir edecekti. Yine aynı romanda d’Annunzio’nun çocukluğunu geçirdiği oda gibi dini tabloların gözetimi altında bulunan bir oda tasvir edilecekti ve romanın öyküsünü anlattığı genç çift o odada sevişmeden önce genç kız öncesinde bu tabloların üzerini örtmeleri gerektiğini söyleyecekti.
D’Annunzio büyük bir şehvet düşkünü olsa da çileciliğe hayrandı, Hıristiyanlığa ve özellikle çileci yönüne duyduğu hayranlık hem eserlerinde hem de politik konuşmalarında kendisini gösterecekti. Fiume’de kiliselerde kendisini merkeze alan ve kilisenin rahibini rahatsız edecek olan, pek çok tören düzenleyecekti. D’Annunzio dinin içerisindeki tapınmaya ve azizlerle Tanrıya olan saygıya hayrandı. D’Annunzio’nun bu tarz bir dinsel hürmet beslediği tek kişiyse günün sonunda kendisiydi.
D’Annunzio’nun büyüdüğü çağ bir kahramanlık çağıydı, İtalya’nın birleşmesinden 3 yıl sonra doğan d’Annunzio’nun büyüdüğü bölge İki Sicilya Krallığının bir parçasıydı. Pescara’dan çıkan ve d’Annunzio’nun babasının da içerisinde bulunduğu heyet, müstakbel İtalya Kralını kasabalarına davet etmişti ve kral o dönem kasabanın belediye başkanı olan Francesco d’Annunzio’nun evinde kalmıştı.
Genç yaşta d’Annunzio elit bir yatılı okula yollanacaktı, babası oğlunun İtalya’nın yeni elitinin bir parçası olmasını istiyordu. Büyüdüğü ortamın da etkisiyle İtalyan milliyetçiliğini genç yaştan benimseyen d’Annunzio henüz 13 yaşındayken hayatta iki görevi olduğunu söyleyecekti: “Halka ülkelerini sevmeyi ve İtalya’nın düşmanlarından ölümüne nefret etmeyi öğretmek.”
İleriki yaşlarda aşk hayatlarındaki dengesizlikleri, para konusundaki savurgan hareketleri gibi ortak yönleri yüzünden nefret edeceği babasına o zamanlar hayranlık duyan d’Annunzio, babasına yazdığı mektuplarda ona şöyle diyecekti “Övgüyü seviyorum, çünkü senin bana sunulan övgülerden keyif aldığını biliyorum; Şanı seviyorum çünkü senin benim adıma yapışan şanla övündüğünü biliyorum.”
D’Annunzio’nun babası da oğlunu bir kahraman yapmak için çabalıyordu, ona Napolyon’un resmini taşıyan bir sikke ve Napolyon’un en sadık takipçilerinden olan Las Cases kontunun yazdığı “Memorial de St.Helene” adlı eseri getirmişti Genç d’Annunzio bu iki hediye sayesinde takıntılı bir Napolyon hayranı olacaktı ve onu adeta dini bir figür olarak benimseyecekti.
Günün sonunda d’Annunzio, büyüyüp yetiştiği ortam ile ilgili olarak şunları yazacaktı: “Benim atalarım Maiella’da münzevilerdi… Kan gelene kadar kendilerini kırbaçladılar… Kurtlarla boğuştular ve kartalların tüylerini yoldular. Helen’in Haç’tan aldığı çiviyle mühürlerini devasa kayalara kazıdılar.”
Kurgusal karakterlerini aristokratik geçmişlerle ödüllendiren d’Annunzio, kendisini farklı bir elitliğin parçası olarak görüyordu. Vahşi bir kutsallıkla bütünleşmiş bir elitlikti bu.
II) Gençlik ve Aşk
Artık eğitimini bitirmeye yakın olan d’Annunzio okulun yanında edebi çalışmalarına da hız kazandırmıştı. D’Annunzio 16 yaşında ilk şiir kitabı olan “Primo Vere” adlı kitabı babasının yardımıyla çıkarmıştı. Kitabı, babasının da memlekette reklamını yapması sayesinde, iyi satmış olsa da d’Annunzio hala hayalini kurduğu üne kavuşamamıştı. Genç şairin hayranlık duyduğu Carducci’ye yolladığı mektup ise cevap alamamıştı.
İngiliz yazarlara merak salan genç d’Annunzio, Keats ve Shelley’ın genç yaştaki ölümlerindeki trajedinin onlara getirdiği ün sayesinde popülaritesini arttırmak için bir fikir edinmişti. 17 yaşındaki d’Annunzio, yerel gazetelere “Primo Vere” adlı şiir kitabının yazarı olan genç şairin trajik bir kazada vefat ettiğine dair yazılar yollayacaktı. İtalya çapında d’Annunzio’nun adını duyuran bu “trajik kaza” sayesinde kitabının satışları artmıştı ve d’Annunzio sonunda bir nebze de olsa ünlenmişti.
D’Annunzio’nun aktif aşk hayatı da bu dönem başlayacaktı. Hem Garibaldi’nin yanında savaştığı için hem de bir şair olduğu için hayranlık duyduğu öğretmeni Tito Zucconi’nin kızı Giselda’ya aşık olmuştu. Aşkını öğretmenine itiraf eden ve ondan kızına mektuplar yazmak için izin alan d’Annunzio, geceleri bir yandan kızın fotoğraflarını öperken bir yandan da ona aşk mektupları yazıyordu.
Kız ve d’Annunzio arasındaki mektuplaşmalar (Zucconi’nin elçiliğinde) neredeyse günlüktü. Giselda, d’Annunzio’ya kendi fotoğraflarının yanında çiçekler de yollarken d’Annunzio durmadan yeni mektuplar yazıyordu. 2 yıldan kısa sürede 500 civarı mektup yazmıştı. O dönem d’Annunzio’nun seks arzusu acıya ve ölüme dair beslediği bir açlıkla birleşmişti. Giselda’yı ilk tanıştıklarında ağlarken gören d’Annunzio ona onu tekrardan ağlarken görmek istediğini yazıyordu, kızın soluk tenini bir cesede benzetip kendisini bir tabutun içinde çiçeklerle yatırmak istediğini söylüyordu. Çift intiharı gibi konuları açan d’Annunzio, kızın babasına uzun süre yaşayamayacaklarına dair yazılar yazıyordu.
Giselda ile evlenmek isteyen d’Annunzio’nun bu aşkını babası onaylamamıştı. Oğlunun “basit bir hocanın” kızıyla evlenmesini istemeyen babası, oğluna Roma’ya gitme konusunu açmıştı. Başarılı olmak isteyen her genç erkek yeni birleşmiş olan İtalya’nın yeni başkentinde olmalıydı. Floransa Üniversitesinde eğitim görmek her ne kadar d’Annunzio’nun Giselda ile görüşmesi için daha kolay olacaksa da d’Annunzio Giselda’yı o kadar da önemsemediğini göstererek Roma’ya gitmeyi tercih edecekti.
Genç d’Annunzio cebinde birkaç sayfa şiir ile Roma’ya gelmişti. Genç ve başarılı bir yazar olarak d’Annunzio kısa sürede, özellikle kadınlarla yaşadığı başarılı ilişkiler üzerinden, şehrin sosyetesine dahil olmayı başarmıştı. Bir yandan Giselda’ya mektuplar yazmaya devam eden d’Annunzio’nun mektupları seyrekleşmişti ve kendisini ziyaret etmemek için sürekli yeni bahaneler uyduruyordu. İlişkiyi koparmak isteyen Giselda’ya böyle bir şeyin kendisini intihara sürükleyeceğini, bunu asla kaldıramayacağını söyleyen ve sonsuza dek ona ait olacağını yazan d’Annunzio, bu son mektubunu yazdıktan 4 ay sonra başka bir kadınla evlenmişti.
20 yaşında Giselda ile ilişkisini bitiren d’Annunzio, 38 yıl kendisiyle hiçbir şekilde iletişime girmedikten sonra ondan bir mektup alacaktı. Giselda, oğlunun düğün masraflarını karşılayabilmek için, artık ününün ve şanının zirvesinde olan şairin mektuplarını satmak için izin istiyordu. Normalde sevgililerine yazdığı mektupları nefret dolu bir mektup eşliğinde kapısında bulmaya alışan d’Annunzio Giselda’nın şiirlerini saklamasına şaşırmıştı. D’Annunzio ilk aşkından bu mektupları avukatına devretmesini isteyecekti.
Genç d’Annunzio’nun kadınlarla yaşadığı ilişkiler ününe katkı sağlıyordu. Dostlarıyla gittiği Sardunya tatilinde bölge erkeklerinin onu ve arkadaşlarını geldikleri tekneye kadar kovalaması gibi olaylar gündem olmuştu. D’Annunzio’nun gezideki arkadaşları kendisinin müsaade isteyip kalktıktan en fazla 1 saat sonra kolunda genç bir kızla çıkageldiğini anlatıyordu.
D’Annunzio, Roma’nın sosyetesinin bir parçası olarak balodan baloya gidiyordu. Dostu Scarfoglio, d’Annunzio’nun edebi çalışmalarına artık hiç vakit ayırmadan, yalnızca Roma’nın zenginlerinin yanında dolaştırdığı ufak bir köpek olarak yaşaması karşısında dehşete düşmüştü. D’Annunzio o dönemki hareketlerinin utanç verici bir yönü olduğunu kabul etse de çalışıp para kazanma konseptinden nefret etmeye devam edecekti. Gazeteciliğe başlayan d’Annunzio, özellikle İtalyan ve Roma sosyetesine dair haberler yapacaktı. Özellikle modaya ilgi duymaya başlayınca da gittiği etkinliklerdeki kadınların giyimlerini detaylıca betimleyecekti.
Bu yüksek sosyete yaşamı onun için yalnız hoş bir görüntüden ibaret değildi, “Pleasure” adlı romanında Roma’da gördüğü bu zenginleri düşünerek şöyle yazacaktı: “Kadim İtalyan soyluları; elit kültürü, asaleti ve sanatı kapsayan aile geleneğini nesilden nesile yaşatmıştı.”
D’Annunzio kendisini de elitin bir parçası olarak görüyordu, bu elitin ise savaşçı ve mücadeleci ruhunu anlatıyordu. Kendisini eleştiren bir gazeteciyle kılıç düellosuna girip kaybeden d’Annunzio, her ne kadar hafif bir yara alsa da bu yenilgiden o kadar etkilenmişti ki romanlarından birisinde ana karakter az daha bir düelloda hayatını kaybediyordu. Yine d’Annunzio başından aldığı yaranın üzerine doktor tarafından dökülen ilacın ileriki kelliğinin kaynağı olduğunu iddia edecekti. Ancak d’Annunzio’nun başında görülür bir yara izi olmaması, başından aldığı yarayla ilgili hikayenin muhtemelen çok sevdiği saçlarının kaybını kötü saç genetiği gibi basit bir sebeple açıklamak istememesinden kaynaklanıyordu.
Genç d’Annunzio ayrıca Darwin’e de merak sarmıştı. Bir mektubunda dostuna şöyle yazıyordu “Tanrı aşkına kendini biraz yücelt! Mücadeleden korkma, bu Darwin’in yaşam için mücadelesidir, kaçınılmaz ve acımasız mücadele. Yenilgiyi kabullenen kahrolsun. Alçakgönüllü olan kahrolsun!” ve yine bu tarz fikirlerine örnek olarak şunu yazacaktı “Önemsiz kimselerin saltanatı sona erdi. Artık şiddete başvuranların dönemi başlıyor.”
Playboy ve yazar olarak gençliğini sürdüren d’Annunzio’nun yaşamının bu dönemini, eserlerini ve aşklarını daha detaylıca okumak isteyenler için “The Pike” adlı biyografiyi önermekle birlikte d’Annunzio’nun yüzlerce sayfa alacak sado-mazoşistik aşk hayatının detaylarına ana konudan sapmamak için bu yazıda değinmeyeceğim. Ancak kısaca bahsetmek istediğim bir detay var:
D’Annunzio’nun cinselliğine dair çok tartışma var. Bunları kısaca açıklığa kavuşturmak gerek. İlk olarak d’Annunzio bugünkü kullanımıyla en iyi “switch2” olarak kullanılabilirdi. Yazdığı mektuplarda bazen sevgililerini ezip hatta aşağılarken bazen de kendisini onlara aşağılatıyordu. Sevgilisi Ida Rubinstein’ın ayaklarını herkesin içinde öpmesi veya kendisinden yaşça büyük sevgilisi Olga Ossani tarafından bir ağaca bağlanıp her yerinin ısırılması gibi hikayeler mevcuttur. D’Annunzio bir röportajda hem kadınlarla hem erkeklerle ilişki yaşadığını öne sürse de d’Annnzio’nun bu tür röportajları genelde popülaritesini arttırmak için bilerek tepki çekecek şeyler söylediği için pek güvenilir değildir. Nitekim d’Annunzio’nun kadınlarla yaşadığı her ilişkiyle ilgili elimizde tonla belge olsa da (Hem kadınların yazdıkları, hem d’Annunzio’nun mektupları ve cinsel deneyimleriyle ilgili aldığı notlar, hem de kendilerine tanıklık eden insanların yazdıkları.) d’Annunzio’nun başka bir erkekle cinsel ilişki yaşadığına dair elimizde hiçbir şey bulunmamaktadır. Bir zamanlar bir deneyimi yazmazsa asla yaşamadığını düşünen d’Annunzio’nun bu tarz bir olayla ilgili yazısı olmaması kendisinin muhtemelen heteroseksüel olduğuna işaret ediyor. Yine başka yazılarında erkekler arasındaki dostluğu, kadınlarla arasındaki ilişkilerde olan “kirli cinsellikten” yoksun olduğu için kutsal olarak tanımlıyor. Ayrıca d’Annunzio’nun genel olarak “acı çeken” kadınlara yönelik bir hayranlığı olduğunu, istisnaları olsa da çoğu sevgilisinden kendileri o acıları atlattıktan sonra soğuduğunu görüyoruz.
III) Yetişkinlik ve siyaset
Artık İtalya’nın en ünlü şairlerinden biri olan d’Annunzio, Avrupa çapında önemli bir üne kavuşmuştu. Eserleri üzerinden, özellikle tiyatro alanındaki eserleri üzeirnden, yavaş yavaş milliyetçi fikirlerini de empoze etmeye başlayınca artık İtalyan milliyetçi çevrelerde de bir ün kazanmıştı.
Bunun dışında İtalyan eliti de avam siyasetinden ve parlamentodan iğrenmeye başlamıştı. Siyasete ilgisi 1890larda başlayan d’Annunzio, 1892 yılında demokrasiyi hedef alan bir yazı yazacaktı. “La Bestia Elettiva” (Seçim Canavarı) başlıklı bu yazıda, çoğunluğun asla özgür olma kapasitesine sahip olmadığını ve elitin her daim yönetimi tekrar ele alacağını yazar. İnsan ırkı ikiye ayrılacaktı, kendisini yalnız saf iradesiyle zirveye yükselten ilk grup her türlü özgürlüğe sahip olacaktı. İkinci grubun ise hakları ya çok az olacaktı ya da hiç olmayacaktı. Burada geleneksel sınıf ayrımlarını da hedef alan d’Annunzio, bahsi geçen üst ırkın “omurgasız soylu ailelerden” ayrı bir tür olduğunu öne sürecekti.
1895 yılında ise bir akşam yemeğinde ise “çürüme” şerefine kadeh kaldırdı. Parlamenter demokrasi çürüyecek, kendi kendini yok edecekti ve yerini d’Annunzio’nun kahramanlarına uygun bir sistem alacaktı: “Kandan doğacak güllere kadeh kaldırıyorum.”
Parlamentoyu ve demokrasiyi aşağılayan d’Annunzio, Abruzzo vekillerinden birinin koltuğu boşalınca 1897 yılında meclise aday olmaya davet edilmişti. Seçimi kazanabileceğinden emin olunca, insanların kendisinin her şeyi becerebileceğinden emin olması için teklifi kabul etti.
Vekil olan d’Annunzio, oldukça kaotik bir dönemde meclise girmişti. İtalyan ordusu Etiyopyalılar tarafından yenilince hükümet düşmüştü. Otoriter başbakan Francesco Crispi’nin kavgacı milliyetçiliği d’Annunzio’nun hoşuna gidiyordu, Crispi’nin destekçileri de onun mecliste kendileri için bir sembol, hatta belki de bir lider olabileceğini umuyordu. Ancak o hiçbir siyasi programın çerçevesine girmek istemiyordu, “şiir siyaseti” yapacaktı. Bunun ne demek olduğunu söylemeyecekti. “İyinin ve kötünün ötesinde olduğum gibi, solun ve sağın da ötesindeyim” diyecekti. Bağımsız aday olduktan sonra kendisini “Güzelliğin Adayı” olarak tanıtacaktı.
Gerçekten de güzellik takıntısı vardı, sonuçta San Marco meydanındaki çan kulesi devrildiğinde depresyona giren d’Annunzio, sonraki gün gazetelerin “neyse ki can kaybı yok” tarzı haberleri okudukça iğrenip dehşete düşüyordu. Sayısız insanın ölümü bile bu mimari harikanın kaybının yerini durduramazdı.
Seçimi kazanan d’Annunzio kısa sürede ilgisini kaybedecekti. Meclise gitmek yerine (Gerçi meclisin yarısı zaten meclise gitmiyordu) Yunanistan ve Mısır gezisine çıkmıştı. Kanunları okuyup anlamaya üşendiği için mecliste oyunu da pek kullanmıyordu. Memleketindeki seçmenler oy verdikleri vekilin kendileriyle ilgilenmediğinden şikayet ediyordu.
Siyasetteki kaos ortamında sosyalist eylemcilerin yemek kıtlığı ve enflasyon gibi sebeplerle başlattığı eylemler hükümette paniğe yol açacaktı ve başbakanın emriyle sosyalistlerin lideri tutuklanacaktı, eylemcilere de ateş açılacaktı, 400 kadar insan hayatını kaybedecekti. Hala bir vekil olan d’Annunzio, mecliste temsil ettiği iddiasına olan “güzellik” için bir yazı kaleme almıştı ve burada bu trajik olayda eylemcilerin attığı bir taşın Cellini’nin Perseus heykeline çarptığını anlatacaktı. Bir sanat eserine zarar verilmesi, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, bir pleb kitlesinin ölümünden daha kötüydü.
D’Annunzio normalde mecliste monarşistlerin ve milliyetçilerin oturduğu en sağ cephede oturuyordu. Ancak hükümet artan sivil itaatsizliğe karşı daha baskıcı ve muhafazakar politikalar öne sürünce d’Annunzio desteğini geri çekip meclisin en sol cephesine, sosyalistlerin yanına yürümüştü. Meclisteki en kayda değer faaliyeti de buydu. Sosyalistler tarafından şaşkın ama sevinçli bir biçimde karşılanan d’Annunzio, meclisin sağ muhafazakar köşesini “Ölü adamların uluduğu” bir bölge olarak tanımlarken öbür köşede birkaç yaşayan insan olduğunu söylüyordu. Zeki bir adam olarak d’Annunzio, yaşama doğru yürümüştü. Sağdaki dostları bu hareketine şaşırmışsa da d’Annunzio gençliğinin kahramanlarının hep anarşistler olduğunu, kendisinin bir “Formül adamı değil, hayat adamı” olduğunu söyleyecekti.
Solcuların arasında kabul gören d’Annunzio, özellikle seçim kampanyasında, sosyalizmi yerden yere vurmuştu. Kolektif mülkiyet yalnızca göçebe barbarlara özgü bir mülkiyet biçimiydi. Bu yüzden sosyalist yönetim altında vatandaşlar dejenereleşip ilkelleşir, bir köleye dönüşür. İnsanlar mülk edinme ve onu koruma dürtüsüyle yaşar. Bireysel hırs, hiyerarşi, özel mülkiyet; d’Annunzio’nun sözünü ettiği vitalist üstinsan ancak bu şartlarda kendisi olabilirdi.
1900 yılındaki seçimlerde Floransa’da yarışan d’Annunzio, meclise tekrar giremeyecekti ve meclis serüveni son bulacaktı. Ama siyasi macerası henüz bitmemişti.
D’Annunzio finansal olarak batmıştı, aşırı savurgan harcamaları yüzünden borca girmişti. Borçlarından kaçmak isteyen d’Annunzio, 1909 yılında Paris’e yerleşecekti. Burada özellikle poliseksüel aktiviteleriyle ortaklık kurduğu 2 dostu, Romaine Brooks ve Ida Rubinstein ile yakınlaşacaktı. Ressam Brooks, d’Annunzio’nun bir portresini çizecekti. Aktör ve dansçı olan Rubinstein ise d’Annunzio’nun pek çok tiyatro oyununda oynayacaktı.
Paris’e yerleşen d’Annunzio, “Fütürist Vatanseverden” çok bir hedonist olmuştu. Eserlerinin çok sevildiği Fransa’da bir süre yaşamaya başladıktan sonra (dedikodulara göre İtalya’daki borçlarından kaçmak için) kısa sürede kaldığı otelin asansöründe sevişmesi gibi iddialarla bir dizi cinsel skandala imza atmıştı. Fransızca eserlere o dönem ağırlık veren d’Annunzio, yalnız modern Fransızcaya değil ortaçağ Fransızcasına da hakimiyetini göstererek Fransızları etkilemişti. Bununla birlikte d’Annunzio İtalyan milliyetçileriyle ve Fransız milliyetçileriyle mektuplaşıyordu. Ortalama milliyetçi ve yazar bir yana, d’Annunzio Fransa’nın diplomatik ve askeri elitiyle de çok hızlı yakınlaşıp o çevrelere dahil olacaktı.
48 yaşında Paris’e gelen d’Annunzio yaşlanmıştı. Kendisini 20 yıldan uzun süre görmeyen bir arkadaşı onun ne kadar çirkinleştiği konusunda dehşete düşmüştü. Teni ölü teni gibiydi, o dönemin sünepe Fransız ortamlarında yaygın olan gündelik antisemitizmden payını alan d’Annunzio’nun burnu Fransızlar tarafından fazla “semitik” bulunmuştu. D’Annunzio bu gündelik antisemitizmden etkilenmiş olacak ki her ne kadar kendisi bu konuda hiç konuşmasa da Fransız diplomat Maurice Paleologue, d’Annunzio’nun Yahudilerden nefret ettiğini söyleyecekti.
Paris’teki yıllarında dostluğunu kazandığı diplomat Paleologue, Fransa’nın Rusya büyükelçisi olarak görev yapmaktaydı. Almanya’dan nefret eden Paleologue, kimi tarihçilere göre kendisine verilen yetkileri aşarak, olası bir Almanya-Rusya savaşı sırasında Ruslara kayıtsız Fransız desteği sözü vererek ülkenin 1.Dünya Savaşına girişinde önemli bir rol oynamştır. Kendisi Rus askeri hareketliliğine olan desteğin yol açacağı savaşın büyüklüğü gibi önemli detayları hükümetten gizleyip savaşa giden süreci hızlandırmakla suçlanmıştır.
D’Annunzio’yu ömründe ilk kez gören Fransız hayranları d’Annunzio’nun “feminenliğini” görünce afallamıştı. D’Annunzio’nun en büyük eleştirmenlerinden olan Marinetti de onun “kadınsı hareketlerinden” kurnazlık aktığını söyleyecekti. Sözde çirkinliği d’Annunzio’nun sosyal yaşantısında hiçbir engel çıkarmayacaktı ve d’Annunzio kısa sürede yalnız İtalya’daki değil, Fransa’daki askerlerle ve diplomatlarla da iletişim kuracaktı.
1911 yılında genç İtalya Krallığı pastadaki payını almak için Osmanlı kontrolündeki Libya’nın işgaline başlamıştı. Savaş, d’Annunzio’nun içinde müthiş bir heyecan yaratmıştı. D’Annunzio “Denizaşırı Maceralarımıza Şarkılar” adı altında şarkılar yazacaktı. İtalyan askerlerinden, bazen tüm bir bölük tarafından imzalanmış, hediyeler ve mektuplar alacaktı. D’Annunzio bu şarkılarda İtalya’nın savaştığı Türkler ve onların müttefikleri –özellikle d’Annunzio’nun kalıtsal bir düşman olarak addettiği Avusturya-Macaristan İmparatorluğu– hedef alınıyordu. Özellikle “Dardanelya Şarkısı” o kadar iğneleyici ve ağırdı ki hükümet el atmak ve sansürlemek zorunda kalmıştı.
Bu şarkıda d’Annunzio, resmiyette İtalya’nın müttefiki olan, Avusturya İmparatoru Franz Joseph’i bir cellat ve ölüm meleği olarak tanımlıyordu. Avusturya ise çift başlı bir kartaldı, bir baş akbaba gibi cesetleri yutarken öbür baş sindirilemeyen cesetleri kusuyordu. Bu şarkılar kitap formunda yayınlanacağı zaman yayıncılar d’Annunzio’dan bu tarz bölümleri çıkarmasını istese de d’Annunzio bu teklifi kabul etmedi, bunun üzerine hükümetin talebiyle kitabın bu kısımları sansürlenmişti ve bazı sözler silinmişti.
D’Annunzio, sansür sonucu silinen dizelerin bıraktığı boşluklara şunu yazmıştı “Kandırılmış anavatanımızın bu şarkısı İtalyan hükümetinin başı Cavaliere Giolitti’nin emriyle sakatlanmıştır”.
D’Annunzio’nun bu vahşi şarkıları yurt dışındaki pek çok hayranının ondan nefret etmeye başlamasına sebep olmuştur, şairin savaştan ve katliamdan zevk aldığını gören bu eski hayranlar kendilerini açık mektuplarla eleştiriyordu. D’Annunzio’nun “Güzellik siyaseti” paketinin arkasından bir “Kan siyaseti” çıkmıştı.
Yıl 1914 idi, d’Annunzio artık vaktini genellikle diplomatlarla geçiriyordu. Nisan ayındaki Fransa seçimleri d’Annunzio’ya göre bir felaketti. Sol’un ezici zaferiyle sonuçlanan seçimler sonucu kurulan anti-militarist hükümetin üstüne İtalya’daki sosyalistlerin genel grevi eklenmişti. Bu iki gelişmeden ötürü d’Annunzio afallamıştı ve kendisi durumu “Latin dehasının” çamurun içinde sürünmesi olarak tanımlamıştı. Diplomat dostu Paleologue ile konuşurken şunu söylemişti “Rezil bir dönemde yaşıyoruz, pleblerin izdihamı ve tiranlığının hükümranlığı altında.”. Yaklaşan uluslararası krizden ve olası savaştan yakınan Paleologue’a karşı d’Annunzio, diplomatın bahsettiği savaşı arzuladığını söyleyecekti.
27 Temmuz 1914, Franz Ferdinand’ın ölümünden 1 ay sonra d’Annunzio dostları Marcel ve Sussane Boulenger ile at yarışı izliyordu. Sırplar Avusturyalılar tarafından kendilerine sunulan ültimatomu düşünürken Fransız ordusu savaş için mobilize ediliyordu. Yarıştan sonra d’Annunzio, Boulenger ailesinin evinde akşam yemeği yiyordu. Marcel ve d’Annnzio, evin önünde kendilerini karşılayan İngiliz tazısı sürüsü hakkında konuşuyordu. Marcel, tazılarını savaş şartlarında besleyemeyeceğini söylüyordu. D’Annunzio ona katılarak aynısının kendisine ait olan sürü için de geçerli olduğunu söylüyordu. Ardından Marcel sakladığı askeri üniformasını ve şapkasını çıkarıp kaçınılmaz olan savaşı beklemeye başladı. 1 hafta sonra Almanya-Fransa savaşı başlamıştı ve Marcel kendisini neşeyle takip eden köpeklerini ormana götürüp orada hepsini öldürmüştü. D’Annunzio’nun yazdığına göre Marcel o asil cesetleri kendi elleriyle kazdığı çukura gömdükten sonra başı eğik biçimde eve dönmüştü.
IV) Savaş
Yazın başlarında d’Annunzio havanın kendisini boğduğunu, yağmurun ter gibi geldiğini hissediyordu. “Bozuk” barış zamanı yaşamında sıkıştığını, midesinin bulandığını ve boğulduğunu hissediyordu. Bu mide bulandırıcı durumdan ise tek bir çıkış yolu vardı: Tüm Avrupayı kanla temizleyecek bir kitlesel şiddet dalgası. Ve sonunda savaş çıkınca d’Annunzio şunları yazacaktı: “Bu aşağılanmamızın son günü mü? Bunlar utancın son saatleri mi?”
Kuzeyden Alman işgalciler ilerlerken Paris boşaltılmıştı, sanatın artık bir önemi yoktu ve bu ortamda d’Annunzio kim ve ne olduğunu sorgulamaya başlamıştı. Hepsinin üstüne İtalyan devleti savaşta tarafsızlığını ilan etmişti, tarihin yazılmakta olduğu savaş cephesini uzaktan izlemeyi tercih etmişti. D’Annunzio bu dramda kendisine seyirci rolünü seçen bir ülkenin vatandaşı olarak gurbetteydi. Kendisini boğulmuş bir adamın ayakkabısı kadar işe yaramaz hissettiğini yazacaktı, günün sonunda anlamı olmadığını düşündüğü yazılarını yazamıyordu. İşte bu ortamda d’Annunzio, Fransız General Gallieni ile tanıştığında ona şunları diyecekti: “Şu anda tüm kitaplarımı sizin tek bir eyleminizle takas ederim.”
D’Annunzio savaşın ilk günlerinde gördüğü manzaraları detaylıca yazıyordu. Tüm genç erkekler günün sonunda yürüyen ölülerdi; cepheye gitmeden önce eşi ve çocuğuyla son bir gün geçiren adamın eşinin o simsiyah elbisesiyse, sanki kadın şimdiden dul kalmış gibi bir görünüm yaratıyordu. Cepheye gitmekte olan askerlerin üniformalarının parçası olan kırmızı pantolonlar ise sanki askerler şimdiden bellerine kadar kana bulanmış gibi bir görüntü oluşturuyordu. Bu manzaralarla karşılaşan d’Annunzio, “Latin Dirilişinin Kasidesi” adlı şiirini yazacaktı. Bu şiir bir savaş çağrısıydı, Fransa şimdiden “savaşçının mor elbisesini giymişti ve ölümün zirvelerindeki bir tarla kuşu gibi şarkı söylemeye hazırdı”. İtalya ise onun yanında durmalıydı.
Bu senin günün, bu senin saatin
İtalya…
Tereddüt edenin yüreği kederle dolsun,
Zarı atmaya cesaret etmeyenin yüreği kederle dolsun.
Savaş devam ettikçe ve Almanlar ilerledikçe d’Annunzio birkaç defa kaldığı yeri değiştirmek zorunda kalmıştı. 3 Eylül’de Alman ordusu Paris’in 40 km kadar yakınına gelmişti. Şehrin ağaçları kesiliyor, yollarına hendekler kazılıyordu. D’Annunzio geceleri korkakları (güvenli bölgelere gitmek isteyenleri) dışarı çıkarırken cesurları da savaşmaya yollayan trenleri izliyordu. Onun dışında yakında Paris’e girmesini bekledikleri yeni Alman müşterileri için hazırlanan fahişeler de dikkatinden kaçmamıştı ve savaş her ne kadar ruh halinde ciddi oynamalara sebep olmuşsa da d’Annunzio hala o müşteri listesine girecek kadar kendindeydi. Ancak onun asıl görmek istediği şey cepheden geri dönen yaralı askerler ve kanlarının ihtişamıydı.
Bir yandan savaş haberleri yazan d’Annunzio, düşman atlılarının Fransa’nın kalbinde koşturduğunu yazacaktı. Ancak kendi iç dünyasında ise ciddi bir sorgulama halindeydi, “Dünyamı kaybettim ve yeni bir dünya fethedip edemeyeceğimi bilmiyorum”. Şahsi araçlar için yakıt, at arabaları için ise at kalmadığı için ömründe ilk defa metroya binen d’Annunzio bu ulaşım yolunun verimliliğine hayran kalmıştı.
12 Eylülde İngiliz ve Fransız ordularının Almanların ilerleyişini Marne Muharebesinde durdurup onları geri püskürtünce Paris rahat bir nefes almıştı. D’Annunzio, özel bir izinle, Almanların geri çekildiği bölgeleri ziyaret etme imkanına kavuşmuştu. Hala bombardımanların yaşandığı bir kasabada gördüğü cesetler inceleyen d’Annunzio, eserlerinin hayranı çıkacak bir subayın yanında 2 saat geçirip askerlere yanında getirdiği sigaraları dağıtmıştı.
Bu dakikadan itibaren d’Annunzio’nun yazıları tamamen şiirsel bir propagandaya dönüşmüştür. Örneğin, Soissons Katedrali’nin elmişçesine cennete yükselen kulelerine bakarken etrafta gördüğü vahşet hakkında yazacaktır. Halbuki bahsi geçen katedralin meşhur kuleleri d’Annunzio orayı ziyaret etmeden günler önce Alman bombardımanı sonucu yıkılmıştı. Yine birkaç gün önce Alman kontrolündeki Reims kentinde bir katedral yanıp kül olmuştu. Bu katedralin kalıntılarını ilk kez bir yarım yıl sonra, 1915 yılının Mart ayında görecek olan d’Annunzio yangını bir görgü tanığıymışçasına anlatacaktı.
D’Annunzio, okuyucularını etkilemek için yaşanmakta olan savaşı Latinlerle (Fransa’nın İngiliz ve Rus müttefiklerini bilinçli olarak anmıyordu) barbar Hun yağmacılar arasındaki bir savaş olarak anlatıyordu. Latinler, orta çağın katedrallerini inşa edenlerden antik Yunanlılara kadar geniş bir medeniyetin ve kültürel birikimin temsilcisi ve muhafızıydı. “Bu savaş, ırklar arasında bir mücadeledir, uzlaşmaz güçler arasındaki bir karşılaşmadır; Latin adına düşman olanların en kadim demir yasaya göre yürüttüğü, kanla sınanan bir davadır”. Fransız askerler parlayan çocuklardı, Alman askerler ise kokan canavarlardı.
Daha sonra d’Annunzio’nun Paris’teki arazisine el konulacaktı, ama bu el koyma işlemini yapanlar Fransız yetkililer olacaktı. Arazi ise gerçek anlamda kokan canavarlara, 600 kadar sığıra verilecekti. Tazılarıyla oynadığı toprakların orduyu beslemesi için yetiştirilen sığırlara teslim edilmesi d’Annunzio’nun canını sıkmıştı; “Bir şairin sığınağının mideye hizmet etmeye zorlanması, et ve kasaplık ile kaplanması pek de Apolloniyen değil…”
12 Şubat tarihinde d’Annunzio, “Latin Medeniyetinin Savunulmasını” konu alan bir konferansa katılmıştı. Bu konferansta yaptığı savunma onu savaşa müdahale etmek isteyen İtalyanların sözcüsü haline getirmişti. D’Annunzio’nun İtalya’nın savaşa dahil olması için verdiği çabalardan ötürü İtalya Kraliçesinin annesi olan Karadağ Kraliçesi, d’Annunzio’ya bir teşekkür mektubu yazacaktı.
D’Annunzio’nun savaş çağrılarını zevkle karşılayan 2 ana grup vardı ve bu gruplar aynı zamanda savaş sonrası İtalyan siyasetin derinden şekillendirecekti. İlk grup, genç bir ulus olan İtalya’nın dünyadaki yerini genişletmek için savaşması gerektiğini savunan milliyetçilerdi. İkinci grup ise Sorel’in fikirlerinden etkilenen ve dış ülkelere karşı verilecek büyük bir savaşın beraberinde proleter şiddeti getireceğine veya “yönetme iradesine sahip olan insanların” yönetimi ele geçirmesini sağlayacağına inanan sendikalistlerdi.
1914’ün sonlarına gelindiğinde d’Annunzio’nun finansal durumu bir dostunun başarılı para yönetimi ve öbür dostlarının bağışlarıyla düzelmişti. Eve dönme zamanı gelmişse de d’Annunzio dönüş için “gösterişli” bir sebep arıyordu. Annesinin savaş çıkınca geri dönmesi için yazdığı mektuplara cevap olarak Fransa’yı bu trajedide terk edemeyeceğini yazacaktı.
1915 yılının başlarında d’Annunzio’nun en sevdiği tazısı bir veteriner kliniğinde ölecekti. Tüm geceyi güçsüzlükten kendisine dayanmak zorunda kalan tazısıyla geçiren d’Annunzio, veteriner kendisine tazıyı “özgürleştirmek” zorunda olduğunu söyleyince veterineri işini yapması için yalnız bırakacak ve dışarıya çıkacaktı. Geri geldiğinde köpeğini gömmek üzere çiftliğine geri götürecekti ve günlüğüne pek bir şey yazamayacaktı. Ne metresiyle ne öbür köpekleriyle ne de çatışma seslerini duyabildiği savaşla ilgilenmeyen d’Annunzio, yalnızca toprağa yeni gömdüğü evcil hayvanını düşünüyordu. Artık yaşlandığını (52 yaşına gelmişti) çok daha sert biçimde hissediyordu.
6 Mart 1915 tarihinde bir Fransız yetkili kendisini ziyarete gelmişti. Peppino Garibaldi’nin İtalyan taburu ağır kayıplar almıştı, Garibaldi’nin diğer 2 torunu cephede ölmüştü. D’Annunzio ve Peppino Garibaldi Paris’te tanışmışlardı, Peppino Fransa için savaşan İtalyan gönüllüleri kumanda ediyordu. Hayatta kalan İtalyanları memleketlerine yollamaya karar veren Fransızlar, bu İtalyanların savaş yanlısı kamuoyunu güçlendireceğini umuyordu. Hem evcil hayvanının ölümü, hem yaşlılığı hem de amaçsızlığı üzerine iyice çöken d’Annunzio, yetkili gider gitmez göğsüne hardal yakısı uyguladı. Yatağa, ölümü beklermişçesine, uzanmıştı.
7 Mart 1915 tarihinde okumadan köşeye attığı mektuplardan birisini eline aldı. Mektup Garibaldi’yi ve onun Sicilya Seferini temsil eden bir anıtın resmini barındırıyordu. Anıt, Cenova yakınlarındaki Quarto kasabasına dikilecekti. Birkaç gönüllüyle modern İtalya’nın kuruluşunu sağlayan Garibaldi, d’Annunzio’nun her zaman hayranlık duyacağı bir kişi olmuştu. Mektupta bu anıtın açılışı için bir konuşma yapılması isteniyordu ve bir anda d’Annunzio’nun tüm dünyası tekrar aydınlanmıştı.
D’Annunzio şöyle not düşecekti: Gideceğim. Gideceğim ve kızıl dalgaya, Garibaldi Lejyonuna önderlik edeceğim.”
Öğleyin Peppino Garibaldi, d’Annunzio’yu ziyaret etmişti. D’Annunzio ona fikrini açmıştı, “Anıtın etrafını sarmış, oradan fethetmeye ve ölmeye gitmeye hazır 2 bin silahlı genç adam.” Garibaldi de etkilenmiş, duygulanmıştı. İtalya ne kadar kör ve sağır da olsa Quarto’dan yükselen bu sese kayıtsız kalamazdı.
D’Annunzio yola çıkmaya hazırlanıyordu, Fransa’daki son günlerinde borca girip lüks kravatlar almıştı ve yeni takımlar diktirmişti. Tazılarının en sağlam ikisini ise gelecekte Fransa’nın mareşali olacak olan Petain’e hediye etmişti. Ardından d’Annunzio bir basın toplantısında konuşup konuşmasının bir metnini İtalya başbakanına, Milan’daki ve Paris’teki gazetelere yollamıştı. Metnin 5 Mayıs’a kadar (yani anıtın dikileceği törene kadar) yayınlanmamasını sıkıca tembih etmişti. Le Figaro’nun editörüne okun yaydan çıkmak üzere olduğunu söyleyecekti. Lyon garından yola çıkan d’Annunzio’yu büyük bir kalabalık yolcu etmişti, yolcu eden kitlenin içinde de pek çok eski sevgilisi bulunuyordu.
Tren İtalya sınırına doğru ilerliyordu. 5 yıl önce borçları yüzünden vatanını terk ettikten sonra Fransa’da da eline geçen her parayı köpeklerine özel kıyafetler diktirmek, parfüm yapmayı öğrenip kendi parfümünü üretmek gibi işlerle geçirmişti. Şimdi ise ülkesini 1. Dünya Savaşına dahil etmek için verdiği çaba sayesinde İtalyanların gözünde ülkelerinin ulusal gururunu kurtarabilecek bir “Milliyetçi Mesih” olmuştu.
Milan kentinde d’Annunzio destekçileri onun şiirlerini okuyarak büyük şairin vatana dönüşüne hazırlanıyordu. İşte 4 Mayıs 1915 tarihinde d’Annunzio’nun treni Fransa-İtalya sınırını geçti.
Yazar: Ahmet Doğucan Tayfur (@dogucantayfur)
Editör: Fahri Tüfenktürk
Hıristiyanların kullandığı bir tür dua masası.
Cinsel olarak hem aktif hem de pasif olabilen kişi için kullanılır.







Çok detaylı bir makale olmuş. Kaleminize sağlık.