Türkiye’yi kurtarmak isteyen çok. Bu yolda anlaşmazlıklar olması doğal.
Hatıra-i Zafer Kartpostalı
Barış, huzur, refah, güvenlik, temiz çevre, umut, dürüstlük, ahlak… Bunların bir toplumda yaygın olmaması normal değil. Hepsini bir kenara bırakalım, birkaçını da bir kenara bırakalım; biri bile başlı başına büyük bir değer, büyük bir hazine, istisnai bir varlık olurdu.
Türkiye, her şeyden ve herkesten önce, Türkler için var. Bunu söylemek komik geliyor ancak evet. Türkler için Türkiye var. Başkaları için başka başka ülkeler var. Veya yok. Bu bizi ilgilendirmiyor.
Türkiye önce, Türkler için barış, huzur, refah, güvenlik, temiz çevre, umut, dürüstlük, ahlak… sağlamak zorunda. Türkiye, sadece, Türkler için bunları sağlamak zorunda. Diğer herkes, Türkiye için, sokakta yürürken yolun kenarında doğal bir biçimde yerinde duran bir taş gibi, Türklüğe bir zararı yoksa öylece bırakılacak; Türklüğe zararı varsa yok edilecek kişiler.
Peki Türkler kim? İşte burada, “Türk” kime denir, “Türk Milleti” kimdir, kimleri içerir ve kimleri dışlar… Anlaşmazlıklar ciddi düzeylere çıkıyor. Konuyu kesin bir çözüme kavuşturmak isteyenler, tartışma zeminini daha derine – akademik, felsefi ve sosyolojik düzeyde millet tanımına getiriyorlar. Orada haklıysan zaten Türklük konusunda kesin haklısındır. Orada kim haklı? Göstereceğiz.
Varsayım: Millet Hayali bir Cemaattir yani Sivil Milliyetçilik!
Modern demokrasiye, özgürlüğe, insan onuruna yakışır bir biçimde… Etnik kökenlerimizin karmaşıklığına ve bilinmezliğine takılmadan… Tarihin hareketliliği ve siyasetin gerekleri uyarınca esnek olabilen bir anlayışla… O kötü iğrenç Naziler gibi kafatası ölçmeyi kesinlikle reddederek… Bireylerin farklılıklarına ve çeşitliliklerine saygı duyarak… Kimseyi sırf soyundan ötürü dışlamayarak… “İnternette çok zaman geçiren garip tipler” gibi genetik, haplogrup vs. şeylere dalmadan… Konuyu çok karmaşıklaştırmadan, Brüksel veya Obama ile ters düşmeden… Milliyetçilik yapmak gayet mümkün eğer sivil milliyetçi olursanız.
Sivil milliyetçilik, özünde, insanların paylaştıkları değerler, kurumlar ve toplumsal – siyasi süreçler yoluyla bir millet oluşturduklarını savunur. Sivil milliyetçilere göre özgürlük, eşitlik, ulusal dil, kültürel mirası sahiplenme, birlikte yaşama isteği, Anayasa veya benzeri temel yasalara bağlılık gibi değer ve duygular zaman içinde kendini bir ulus olarak gören ve bu yolla birlikte uyumlu hareket ederek toplumsal sorunlarını çözen bir kitle yaratacaktır. Sivil milliyetçilere göre bu ulusal kitle ilkellik, değişim, birbirine yakın gruplar arasındaki ufak tefek farklar, bireysel kopuşlar karşısında yenik düşmeyecek esnekliğe ve kimseyi baskı altında bırakmayan özgür, gönüllülük esaslı bir toplumsal yapıya sahip olacaktır.
Günümüzde Fransa, ABD, Kanada ve Hindistan sivil milliyetçilik anlayışıyla özdeşleşen bazı ülkeler.
Fransa bünyesindeki yerel çeşitlilikleri bastırıp ortak bir ulusal yapı ortaya çıkarmanın adeta maskotu. Bu yolda çeşitli genetik incelemeleri dahi yasaklayacak kadar inanmışlar.
ABD isteyen herkesin gidip Amerikalı olabildiği, nüfus sayımlarının bile vatandaşları değil herkesi saydığı, “bir fikre dayanan tek ülke/ulus” diye kendini tanımlayan, Anayasa’ya bağlılığı Amerikalı olmanın en üstün özelliği olarak gören bir yer.
Kanada çokkültürlülük[1] uğruna ülkesini iki-dilli yapmış, nüfusu çok düşük Kızılderililer için inanılmaz geniş haklar tanımış, Kanadalı olmanın en gurur verici yönleri sorulunca üçüncü sırada “Sağlık Sistemi” (%64) ve dördüncü sırada “Kanada Anayasası” (%63) diyecek kadar soyut Kanadalılığa geçmiş bir toplum[2].
Hindistan… Hindistan. Etnik, dini, kültürel… Akla gelecek hiçbir yönüyle birbirine benzemeyen, komşusunu etrafını geç kendisinin varlığının bile pek farkında olmayan, ortak bir dil bulabilmek için İngilizceye muhtaç olan bu toplum tamamen Hindistan kurumları, Hindistan kimliği, Hindistan fikrine bağlılık üzerine işleyen bir milliyetçilik anlayışına dayanır. Hindistan kamuoyu ve akademisi, ülkelerinde bir etnik ayrılık-gayrılık olduğunu reddetmek uğruna Hindistan tarihinin en temel öğesini, yani Hindistan’ın kuzeyine Hint-Avrupa dilleri konuşan istilacıların saldırılarını reddederler. En azılı sağcısından en radikal solcusuna hepsi aynı şeyi canla başla savunur. Çünkü fiziksel gerçeğin, tarihsel gerçeğin ne olduğu değil bunun ulusal birliğe etkisi önemlidir.
Sivil milliyetçilik anlayışına sarılan, kendini buna göre düzenleyen toplumlar ne elde ediyorlar?
Sonuç: Hayal Kırıklığı
İnsanlık, tarihi boyunca, bürokratın birinin genelgelerine göre yaşamadı; gördüğü ve derinden bildiği, bilinçdışı düzeyde duyumsayarak anladığı gerçeklere uyumlu biçimde yaşadı. Günümüzde herkes, her şey son yıllarda doğayı zorbalayarak yarattığımız yaşamların hem fiziksel hem ruhani olarak korkunç zararlara yol açtığının farkında. İnsanlık doğaya kaçmak, doğaya dönmek, sentetik olandan kurtulup doğal olana kavuşmak, yediği içtiği giydiği gördüğü dokunduğu her şeyin “doğal” olanını seçmek istiyor[3]. İnsanlık her fırsatta doğala yakın ışığa bakmayı, doğal denizde yüzmeyi, doğal kumaş giymeyi, doğal hava solumayı, doğal ilaç içmeyi, doğal yemeyi, doğal çevreyi görmeyi, doğal hisleri, doğal bağlantıları arıyor. Bunun için gözünü açıp bakanın göreceği sayısız örneği tek tek saymak yararsız olacaktır.
Sivil milliyetçilik bize, bunun tam tersi bir toplum vaat ediyor. Ulus tanımını organik olandan ayırıp, Brüksel’de veya Ankara’da adamın tekinin “Özgürlük” veya “Eşitlik” anlayışına itaate endeksliyor. Bayrak, anayasa, tarih, kültür, devlet… Anayasa birkaç yüz milletvekili tarafından değiştirilebilen bir şey. Onunla mı Türk olduk? Onsuz Türklüğümüz yok muydu? O değişince Türklük mü değişiyor? Ya devlet? Yıkılır, yenisi kurulur. Devlet yarın yok olsa biz Türklükten atılacak mıyız? Yoksa Türklük başka bir şey mi? Bizim milletimiz “tek millet” mi, Türk yerine?
Birini sırf “X” olduğu için, hatta sırf annesi, dedesi, dedesinin dedesi… “X” olduğu için Türklük dışında bırakmak çok kaba bir davranış gibi gelebilir. Metropol insanı, iyi okullarda okumuş, iyi ailelerden gelen, dünyanın çeşitli ülkelerini görmüş, yabancı dili güçlü, kültürlü entelektüellerimiz gözünde gereksiz bir ayrımcılık gibi görünüyor[4]. Ufak tefek ve son tahlilde pek önemsiz gördüğü farkları entegrasyon ve asimilasyonla aşmayı hedefleyen sivil milliyetçilik aslında kültürü tekdüze bir çöle çevirmekle sonuçlanıyor. Türkiye’nin her yerinin kendine özgü bir yaşamı var. Bu yaşamın da kendine özgü sonuçları var. Gelenekler, giysiler, yemekler, söyleyişler… Bunların zaman içinde artan iletişim-ulaşım olanaklarıyla birbirine benzeşmesi veya bazılarının zaman içinde silinmesi normal. Ancak hepsinin toptan yok olması ne güzel ne de isteyeceğimiz bir şey.
İnsanın en temel kimliği, kendisinden istese de ayıramayacağı özelliği, bir anne babadan doğmakla başlayan ailesidir. Yalnız aile içinde yetiştirilmekle kazanılan özelliklerden söz etmiyorum, insanın kişiliğini oluşturan irili ufaklı tüm özelliklerde geniş bir genetik etkisi vardır. Bunu reddedenler en ilkel Papua Yeni Gine kabilesinden bile daha cahil bir duruma düşerler. Aile kimliğinin doğal uzantısı, o aile yoluyla kan bağıyla bağlı olduğumuz daha geniş topluluklardır. Sivil milliyetçilik ise, bu bağların önemini, çoğu kez de varlığını reddederek asıl olanın eğitim ve medya yoluyla yayılan “Vatandaşlık Bilinci” olduğunu iddia eder. “Milli” olanın tanımını bir avuç bürokratın, gazetecilerin, akademiklerin, öğretmenlerin, dizi oyuncularının eline bırakmak hiç akıl alıyor mu? Toplumsal yapının temeline, birkaç kişinin soyut kavramlarla ilgili yorumlarını yerleştirmek yalnızca yıkımla bitebilir. Oligarşik-bürokratik bir cehennemin yolu böyle başlar. Sonuçta bu elitlerin küreselci ajandaya entegrasyonuyla ulus Netflix’te Ertuğrul izleyen bir yığına dönüşür. Bu sırada güncel “Türk” değerlerimizle uyuşmayan geçmişteki atalarımız da birden kendilerini Türk ulusunun dışında kalmış bulurlar. Her 2-3 nesilde bir kendi kendini yenileyen bir ulusumuz olur.
Son olarak! Sivil milliyetçiliğin sonu demografik kıyamettir. Kimliği, geçmişten geleceğe akan en değerli şey olan soydan ayırmak çocuk sahibi olmanın içini boşaltacak, demografik çöküş propagandasının milli değerler adı altında yapılmasına neden olacaktır. Bir Türk kılık değiştirmiş bir Arap değildir. Bir Türk bir süredir Türkçe konuşan bir Helen değildir. Bir Türk “Atatürk’ü çok seviyorum” diyen bir Fars değildir. Bir Türk yalnızca bir Türk’tür. Türklük iyi bir şey ise, dünyada daha çok Türk olmalıdır. Bunun yolu çeşitli ne idüğü belirsiz adamlara Türk adını takıp Türklüğe dair bazı soyut kavramları öğretip İstanbul’da kebap yedirmek değil. Türk olmayanlar Türklere veya Türklüğe sonsuz bağlılıkla hizmet edebilirler. Türk olmayanlar Türklük için canlarını dahi verebilirler. Ancak bu onları Türk yapmaz. Anayasanın veya bilmem nerenin Türk tanımının başka olması, bu konuda bir sav olamaz.
Atatürk Ne Dedi?
Atatürk’ün bu konudaki görüşleri bence açık. Türklerin brakisefal kafataslı bir üstün ırk olarak, Altay Dağları’ndan çıkıp dünyayı fethedip tüm büyük uygarlıkların kökenini oluşturduğuna, Maya uygarlığından Roma’ya tüm dünyaya izler bıraktığına, Türklüğün kök hücresi olan Yörüklerin bir tek çadırında duman tüttükçe hiçbir gücün Türkleri yenemeyeceğine, yaratılışında fevkalade olan tek şeyin Türk olarak dünyaya gelmek olduğuna, Türk milletinin “en eski tarihlerde meşhur kurultayları” ile geçmişten geleceğe aynı Türklük ahlakı ve mirasını sürdüren bir toplum olduğuna inanıyor.
Atatürk’ün bu konudaki görüşleri konusunda tartışmalar yakın zamanda popüler oldu. Sonuçta bize göre “Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevler” bitmemiştir, tamamlanmalıdır. Atatürk yapmamız için gerekenleri verdi. Bizler –bir dönem Osmanlı’da da olduğu gibi– farklı grupların bir isim altında bir arada yaşayabileceği sanrısına kapılmamalıyız.
Türkiye’yi, Türklüğü, dünyanın en güzel ulusunu yok etmek isteyenlere karşı, “N’olur siz de gelin Türklüğe dahil olun, valla da billa da Türklük herkesin katılabildiği bir şey, bak işte Hititler’den geliyoruz hepimiz Anadoluluyuz” demenin ne anlamı var? Eğer bir kişi, kendi kimliğini bırakıp bir “düşünceler ulusuna” katılacaksa, neden bizimkine katılsın? Kampanyasına göre kredi kartı mı seçiyor insanlar? Kendi kimliğini temel alarak bir “düşünceler ulusu” kuramaz mı? Biz niye başkasının ulusuna katılmıyoruz? Sırf burada doğduk diye mi? Bugün soyut Türklüğe “entegre” olanların soyundan gelenlerin yarın etnik farklılıklarını bayrak edinip yeni bir etnik kimlik çatışması çıkarmayacağı ne malum? Ailesinde kimse Türkçe dışında dil bilmediği halde, oradan buradan bir yerden etnik azınlık dilini öğrenip garip millyetçilikler yapan çeşit çeşit “insan” aramızda geziyor. Gelecek nesillerin her şeyi unutup kendini yalnızca Türk olarak bilmesini beklemek büyük bir hayal[5]. Bunlar, Türkiye ile veya Türklükle hiçbir ilgisi olmayan kendi ülkelerine “anavatan” deyip orada siyasi-askeri çatışmalara giriyor, Türkiye’nin bunlara taraf olması için lobi yapıyor veya Türkiye’deki güvenliklerini başka ülkelerde rahatça siyasi propaganda yapmak için kullanıyorlar. Biz niye böyle çirkin işlere yol açabilecek, bizimle hiçbir akrabalığı olmayan, onlara karşı hiçbir sorumluluk taşımadığımız tipleri aramızda barındıralım? Atatürk, yeri geldiğinde, etnik Türkleri dahi böyle yersiz maceralara giriştikleri için paylamıştır.
Sonuç Yerine
Cumhuriyetimiz şu an etnik temelli saldırılar altında. Türkiye’nin başına bela olan her topluluk, dönüp baktığınızda, etnik bir kliğin kendine bulabildiği en hafif kılıfı giymiş. Bunun temel motivasyonu da artık etnik kavgalardan sıkılan veya etnik politikayı banal gören Türkleri kandırmak. Mevcut rejimin arşa çıkardığı memleketçilik, masumane bir kılıfa girmiş etnik politikadan ibaret. Cumhuriyet’in diğer düşmanları da, kendilerini, etnik talepler etrafında örgütlüyorlar. Geçmişte de Cumhuriyet’e, hatta Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanların en büyük motivasyonu etnik sıkıntılardı. Etnik düşmanlık ateşini söndürmek için, anlamsız ve içi boş bir “Tamam sen en güçlü örgütlenme silahını bırak karşılığında ben de sana Türk diyeyim” anlaşması hiçbir işe yaramaz. Karşı tarafın en temel sloganı “Burası bizim, Türkiye’nin kalanı hepimizin” iken, “Her yer hepimizin” demek, baştan berbat bir pazarlık biçimi. Bunu anlamak için de Acemoğlu düzeyinde Oyun Teorisi bilmeye gerek yok. Biz Türkler de bizi yok edip Cumhuriyetimizin kanını emmek isteyenlere karşı, bir tutam dışlayıcı oluverelim. Kaybedecek bir şeyimiz yok. Buna alternatif önerenler, zaten, Cumhuriyet’i de Türklüğü de başkalarına verecekler. Belki gözleri açık, belki kapalı.
Uludağ Büyükdere
[1] Burada multikulti yazmadım, çünkü sivil milliyetçiliğe halen tarafsızca yaklaşmaya çalışıyordum.
[2] https://www150.statcan.gc.ca/n1/pub/89-652-x/2015005/hl-fs-eng.htm
[3] “İnsan ne yaparsa doğal olan odur, o da doğanın bir parçasıdır” biçiminde itirazları anlıyorum. Burada anlaşılabilirliği korumak, yazının ana konusuna odaklanmak adına kamuoyunun anlayacağı “doğa” sözcüğü kullanılmıştır.
[4] Tabii ki bunlar bir gruba has özellikler değil.
[5] Biz, bugünkü Bulgaristan veya Makedonya sınırları içinden göçüp gelen Türklerin torunlarının kendilerinin etnik Türk olduklarını unuttuğu bir yerdeyiz. Kamunun bir “entegrasyon” kapasitesi varsa önce Türklüğü garip garip fikirlerle unutturulmuş etnik Türklerle meşgul olmalıdır.


