Yakın zamanda Ketebe’nin yayınladığı Byung-Chul Han’ın Tefekkür Yaşamı ve Pierre Hadot’nun Antik Felsefeye Övgü adlı kitaplarını peşi sıra okudum. Her biri için ayrı ayrı kısaca değindikten sonra iki kitabın da bende uyandırdığı bir mesele üzerine yazmak istiyorum.
Tefekkür Yaşamı’nda yer yer katıldığım, hatta üzerine epey düşündürten kısımlar olsa da şiddetle karşı çıktığım noktalar da oldu. Yazarın kitap boyunca örneklerle temellendirdiği tezi, modern hayatın dur durak bilmeyen hareket akışına karşı düşünce merkezli aktif eylemsizlik şeklinde özetlenebilir. Han, modernleşmeyle birlikte karşı konulamaz hareket akışının insanı görünürde aktif hale getirmesine karşın düşünsel açıdan edilgen hale getirdiğini, hareketin onu mekanik bir rutine soktuğunu savunuyor. Nietzche’den Arendt’e kadar farklı yazarlardan örneklerle tezini güçlendiriyor. Fakat söylediklerini ne kadar ilginç bulsam da kitabın ortasında kendi kendisiyle çeliştiğini düşünüyorum. “Varlığın Mutlak Yokluğu” başlıklı bölümün başında şöyle söylüyor:
Günümüzün krizi, hayata anlam ve yön verebilecek her şeyin kopup gitmesidir. Yaşam artık tutulabilecek ve sürdürülebilecek şeylerle desteklenmemektedir. Rilke’nin Duino Ağıtları’nda yer alan “Çünkü kalacak hiçbir yer yok” dizesi günümüzün krizini en iyi şekilde ifade eder. Hayat hiçbir zaman bugünkü kadar kavranamaz, geçici ve ölümlü olmamıştı.
Kitap boyunca modernitenin getirdiği krize tefekkür ile karşı çıkılabileceğini iddia etse de burada söylediği sözlerle her şeyi tam tersine çeviriyor. Ne olursa olsun zorluğun ve anlamsızlığın üstesinden gelinemeyeceğini imlediği gibi bunun “kavranamaz” olduğunu vurgulaması kitabı boşuna mı okuyorum diye sormama sebep oldu. O bölüme kadar aktif eylemsizlik diyerek övdüğü düşünce, belki de bu noktada aslına rücu etti, oksimoron olduğunu gösterdi.
Modern hayatın, önceki çağlara kıyasla insana daha çok hareket dayattığı tarihçiler tarafından az çok konuşulan bir olgu. Fakat “sürekli eylem”e gerici bir pozisyonla karşı çıkmanın beyhude olduğunu belirtmeye gerek duymuyorum. Aksi takdirde yukarıdaki alıntın ima ettiği gibi bileklerimizi dikine kesmekten başka çare kalmıyor elimizde. Daha da şaşırtıcı olan şu ki devamında bu mevzuyla ilgili elle tutulur bir şey söylemiyor.
Pierre Hadot’nun metni aslında Collège de France’da açılan Latin ve Hellen Düşüncesi kürsüsünün açılış konuşması. Ama hakkını vereyim esaslı bir metin. Pierre Hadot beni lisans yıllarıma, filoloji ve felsefe üzerine düşünüp konuştuğumuz günlere geri götürdü. Anılarımı yad etmeme sebep olmakla birlikte daha birkaç gün önce okuduğum Tefekkür Yaşamı’ndaki bazı öğelerle bir araya gelerek aşağıda yazacaklarımı düşünmeme sebep oldu.
Tefekkür Nerede?
Kubbealtı Lugatına göre tefekkür düşünme anlamına gelir. Yan anlamlarından “tefekküre dalmak: Derin derin düşünmek, kendini düşünceye kaptırıp çevresini fark etmeyecek dalgın bir durum almak,” anlamı verilmiş.
Sahi tefekkür bizim için ne anlama gelir? İlkgençliğimizin yeni yeni soru sorduğumuz zamanlarında; nereden geldik, nereye gideriz, yaratıcı var mı, ölüm nedir, diye tartıştığımız uzun sohbetlerin sonunda, gruptaki sessiz birisi hep “Fazla düşünmeyin,” veya “Fazla düşünmeyin, delirirsiniz,” diye öğüt verirdi. Birbirinden farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı yetişme koşullarından gelmiş kişilerin bire bir benzer tepkiyi vermesi hep şaşırtmıştır. Bir gün artık dayanamayıp bunlardan birisine “Sen niye düşünmüyorsun?” diye sorduğumda kem kümün haricinde tatminkâr bir cevap alamadım. Ancak yıllar sonra insanların çok azının düşünmeye vakit ayırdığını kabullenebildim.
Bizde tefekkür etmeyi teşvik edecek sosyal ve kültürel kurumların olduğunu düşünmüyorum. Eğitim hayatınızda belli kalburüstü okullara giremediyseniz, düşünmenizi teşvik edecek bir eğitim sisteminden çıkmanızı geçtim, düşünmenizi teşvik edecek bir ortam dahi görmemişsinizdir. Hatta zaman zaman olduğunuz okulun tek amacının sizi kötü yola düşmekten alı koymak olduğunu dahi düşünebilirsiniz –dürüst hocalar belki bunu size direkt söyleyebilir. Eğitim kurumlarımızın önemli bir kısmı –en azından sosyal bilimlerde şahit olduklarım– ders içeriğini öğrencilerin ne kadar iyi ezberlediğini ölçmek üzerine kurulu. Böyle böyle mezun olup iş hayatına veya akademik hayata geçip kendilerinin kopyası kişiler üretiyorlar.
Bir de sosyal açıdan meseleyi ele alalım. Yukarıda örneğini verdiğim “fazla düşünmemeyi” salık veren arkadaşlar haricinde düşünce hayatımıza yön veren başka unsurlar da mevcut. Byung-Chul Han’ın Türkçeye Tefekkür Yaşamı olarak çevrilen kitabının orijinal adı Vita Contemplativa. Latince “contemplatio” yani tefekkür kelimesi kullanılmış. Aynı kelimenin kökünden ibadethane anlamındaki “templum” kelimesi de türetilmiştir. Yani ibadethane, kökü itibariyle tefekkür edilen yerdir. Aşkın varlıklar veya ölümden sonrası düşünülür. Batı’da yoğun performatif eylemler yerine en fazla hatırlatmaya yönelik ritüeller vardır. Batı din geleneğinin aşkınlığı düşündürtmesi bile kolaylaştırmaya yöneliktir. Bilmediğiniz bir dilde büyülü sözler dinlemezsiniz. Yahut o dili öğrenmeye karar verdiyseniz bile yıllar süren bir klasik eğitim metodundan geçmezsiniz. O dili sizin anlayacağınız dile aktaran hocalar hep olmuştur, bunla sizi eğitmeye çalışmışlardır. Bu işin derununa vakıf olmaya karar verdiyseniz de birkaç yıl içinde çoğu kademeyi hallettiğiniz bir noktaya gelebilirsiniz. Batı’dakinden farklı olarak ibadetlerimiz yoğun performatif eyleme ve tekellüm etmeye yönelik. Yani sözün fiziksel eylemin yanında dile getirilmesi önceliklidir, dile getirilen sözün akledilip tefekkür edilmesi değil. Bugün hâlâ “inanmak için yüz sebep getiren alim imanına karşılık inanmak için hiçbir sebep duymayan koca karı imanı” savunulur, çünkü pek çoğuna göre o alim yüz sebep bulmuşsa yüz kez de şüphe etmiştir. Ona imansız yakıştırması yapılır.
Dini hayatın yanında, ailevi yaşantı da sosyal hayata etki etmektedir. Şanslı bir azınlıktan değilseniz aileler çok tekdüzedir. Rutinin dışına çıkmazlar. Evde kitap makbul değildir. Makbul olan din kitapları en üst raftan aşağı inmez, habis ruhlara karşı bir muska misali evde bulundurulur. Millet olarak son 10-15 yılda televizyon kanallarına çıkan ana akım dışı din hocalarının boğazını yırtmasıyla dini kitapları elimize ancak almışızdır. Aile üyeleriyle biraz sohbet ederek hayat tarzlarını eşeleyecek olsanız karşılaşacağınız manzara “Biz atamızdan, dedemizden böyle gördük. Böyle gelmiş böyle gider,” lafından ibaret olacaktır.
Bu saydıklarıma rağmen tefekkür edebilen insanlar yok mu? Tabii ki var. Ne kadar dini hayatı eleştirsem de dindarlarda da var. Her biri çölde vaha bulduğumu hissettiriyor. Ama genele kıyasla tefekkür edenlerin sayısı az. Kendine bir konuyu mesele edinip onun üzerine yoğunlaşanlarınki daha da az. Çoğunluk yine ana akımı takip ediyor. Ama şu var ki en azından bir şeyi takip ediyorlar. Bu başka bir yazı konusu. Konuyu daha fazla uzatmayıp sizi tefekkür etmeye davet ediyorum.
Yazar: Fahri Tüfenktürk
Editörümüzün kompozisyon tercihleri sonucunda bu kısmı göremiyor olabilirsiniz ama eğer görüyorsanız yorum yazmayı unutmayın.
hehehe yorum