Katedral yahut Çarpık
Amerika’nın demokrasi ve oligarşi deneyleri iflas etmiş ve geriye tek bir seçenek bırakmıştır
Masaüstü Linux’un yılı olan 1999’da Eric S. Raymond “The Cathedral and the Bazaar” adlı epey etkileyici bir deneme yazdı.
Stereotipik bir programcı-liberteryen olan Raymond, yazılım geliştirme planlamacılığının iki yapısal arketipe uyabileceğini gözlemledi: merkezi, kurumsal, kar amaçlı ve kapalı bir yapı olan “katedral” ile herkese açık, gönüllülük esaslı, merkezsiz ve organik bir sevgi topluluğu olan “çarşı”.
Bu iki etiketi Linux diyarına bağlayan hiçbir şey yoktur. Merkezi her organizasyon bir katedraldir. Adem-i merkeziyetçi her hareket bir çarşıdır. Katedral, tek amacı olan, sınırları çizili, tekil bir yapıdır; çarşı tezgah ve sokakların kaotik bir birleşimidir.
Bu halde çarşı: Linux. Katedral: Microsoft. Modern, sofistike ruh için hangisinin daha iyi hissettirdiğini biliyoruz. Oysa SpaceX de bir katedral. Yine de SpaceX tonla Linux kullanıyor.
Katedraller ve çarşılar farklı araçlardır. Farklı problemleri çözerler. İkisi de birbirini yerinden etmez (yahut, yazılım geliştirme dünyasında yerinden edebilmiştir). İkisi de yerli veya yersiz, kullanışlı yahut kullanışsız, incelikli yahut karman çorman kaçabilir.
Dünün yüzyılının son yılı olan 1899’da Gaetano Mosca Elements of Political Science adlı, günümüzde pek de hatırlanmayan bir kitap yazdı. “İtalyan Elitizmi” ekolünün kurucusu olan Mosca için alanının Darwin’i denebilir; oysa günümüzde bölümün uzmanlarınca bile yalnızca faşizmin bir öncülü olarak hatırlanır. Mosca başında bir idare olan her toplum içinde insanların üç kümeye ayrılabileceğini gözlemlemiştir.
Bunlardan birincisi yetkililerdir, bunlar “işin içinde”dirler ve yönetim kararlarını kontrol edebilir yahut yönlendirebilirler. Yetkili olmayan herkes tebaadır. Tüm yetkililer kümesi rejimi oluşturur. Tüm yetkili olmayanlar kümesiyse kamuyu.
Tebaa, basit bir hesapla ikiye ayrılır: Rejime ekonomik olarak bağlı olan kullar, ve rejimin ekonomik olarak bağlı olduğu avam. Kullar doğal olarak rejimi desteklerler; avam ise doğal olarak rejime karşı kin duyar.
Bireysel insanın fikri hiçbir zaman deterministik değildir. Ama bu üç perspektif –rejim, avam ve kul– üç farklı politik kültürü, sınıfı yahut geleneği besler. Birçok avam ve kul kültürü oluşabilir, ama yetkili kültürü hemen hemen hep aynıdır: Yönetenler ve onlar gibi düşünenler. Her nesnel politik teori bu yetkililer sınıfının bir teorisidir.
Egemenlik, yani yetkililerin tebaa üzerindeki mutlak gücü, her zaman korunur. Her yönetim kayıtsız şartsız kabul edilir. Tüm “özgürlükler” rejim tarafından sunulan şartlı ayrıcalıklardır – “yargıçlar” yetkili değilse kimdir zaten?
Her ne kadar fonksiyonel demokrasi –yani tebaanın aynı zamanda hakim yetkilileri oluşturduğu, ve yönetimin tam zamanlı çalışanlarının bile onlara memur olduğu sistem– mümkün olsa da, fonksiyonel demokrasi tarihsel açıdan nadirdir. Çoğu sözde demokrasi yalnızca sembolik olarak öyledir – ve tek tük görülen tarihsel istisnalar da aslında çok da başarılı işlememiştir. Bu koşul için bir test, sözde efendilerin sözde hizmetkarlarının yerini alıp alamayacağıdır. Bu düşünülemezse, o zaman hizmetkarlar efendilere hükmediyor olabilir.
Kısıtlı yönetim diye bir şey yoksa da eksik yönetim vardır; eksik yönetim anarşiden olma bir boşluk demektir; gerçek anarşi hiçbir şey bile değildir, adına suç dediğimiz milyar tane minik yerel iktidar balonundan oluşur; yani, anarşiyi de bir yönetim biçimi sayarsak, yönetimin gücü mutlaktır. Suça göz yuman bir rejim mutlak gücünü suçla paylaşmayı seçmiştir sadece.
Böyle bir şeyi kim duymak ister? Sevgili okuyucu, sen duymak istiyor musun?
Devamında, Mosca egemenliğin yalnızca fiziksel değil, psikolojik de olduğunu gördü. Her rejim bir otokrasidir. Her rejim kamusuna kıyasla sayıca az olduğu için onun psikolojik rızasını da almaya muhtaçtır. Teoride rıza almanın en iyi yolu iyi bir iş çıkarmak ve dürüst olmak olsa da, pratikte bu her zaman mümkün –yahut optimal– değildir.
Organik rızanın gerçekten hak edildiği yerde bile garantisi yoktur. Ve rejim kalitesi zayıfladıkça organik rıza kaybolur. Bu sebeple iyi veya kötü her rejim kendi rızasını üretmelidir. Her rejim, tebaasının zihinlerine anlatılan hikayeleri kontrol ederek tebaasının zihinlerini kontrol eder.
Bu görevi ihmal eden eksik bir rejim, onu ele alan herhangi bir güce egemenliği teslim edecektir. Gerçek ne olursa olsun, bu güç rejimin kalanını tiksinç olarak gösterebilir ve onu yönetebilir, yahut onu yok edip yerini alabilir. Bu sebeple en iyi rejimler bile psikolojik silahlarla donanmak zorundadır.
Mosca, uzun vadede ifade özgürlüğü diye herhangi bir şeyin bile olmadığını gördü. Buna kimse inanmaz. Ben bile bunu duymak istemiyorum. Sevgili okuyucu: Mosca haksız mıydı? En son ne zaman saygıdeğer bir gazetede Mosca’nın –pratikte– haklı olduğunu okudunuz? Dün mü? Geçen hafta mı? Bazı köşe yazıları da doğruyu söyler, malum.
Devletin psikolojik kılıcı politik formüldür. Bir politik formül, tebaayı yetkilileri sevmeye ve onlara itaat etmeye ikna eden –iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, mantıklı ya da deli saçması– herhangi bir düşüncedir.
Mesela, “Black Lives Matter (Siyahların Canı da Candır)” sloganı bir politik formüldür. Bizi “Siyahların Yaşamlarını” destekleyen, yahut desteklediği söylenen kurumları, kuvvetleri ve kişilerin arkasında durmamız için tembihler.
Bu tür kuvvetler forsa sahip olduklarına göre (zaten yoksa nasıl herhangi bir şeyi destekleyebilirler ki?), resmi olmalıdırlar. Hakikaten de her gün diş dolgularımızdan bile bu iyilik dolu mesajlar fışkırarak uyanıyoruz – tuhaf bir durum, özellikle de bütünüyle spontane olduğunda.
Slogan sizden bir gücü desteklemenizi ister – iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, mantıklı ya da deli saçması olmak zorunda olmayan bir güç. Sizden bu rejimin sizin için ne kadar iyi işleyeceğini düşünmenizi istemez; hatta bunu düşünmemenizi ister – tabii, “Siyah” iseniz başka.
İdeal formülün her kültür için bir mesajı vardır. Rejim için en iyi formül kendini onaylayıcıdır; yetkililer sınıfını yaptıkları şeyin doğru olduğuna ikna eder. Kullar için en iyi formül kendi çıkarını kollayandır; kulları rejimin onlar için çalıştığına ikna eder. Avam için en iyi formül kendini aşağılayıcıdır; onları mütevazı kalıp vergi ödemeye devam etmelerine ikna eder.
“Black Lives Matter”ın bu açıdan üç problemi de nasıl çözdüğünü görmek kolay – korkunç bir başyapıt gibi. Ancak öncülü olmayan bir başyapıt değil.
Hemen herkes 20. yüzyılın uçsuz bucaksız psikolojik savaşla maruf olduğunu bilir. Psikolojik savaş biraz dramatik bir nitelendirmedir; sadece savaşı biz kazandığımız ve bizim takımın terimi olduğu için kullanmaya değer.
Ama çoğunluk tek türden bir psikolojik savaş bekler. Orwell’in stereotipik 20. Yüzyıl diktatörlüğünü beklerler; merkezi, müstehzi, mücbir. Habis Gerçek Bakanlığı gerçeği bilir, ama sadece kötücül ve uydurma politik formüller yayınlar ve Bakanlık personeliyle ters düşen herhangi bir şey söyleyen herkesi ya sansürler ya da cezalandırır.
İnsanlar dümdüz bir katedral bekliyorlar. Böylesi düzenli bir organizasyon görmüyorlar. Çarşıdaki herhangi bir satıcıdan istedikleri herhangi bir fikri satın alabiliyorlar. Böylelikle –gözlerinin önündeki her şeye rağmen– zihinlerinin özgür olduğuna inanıyorlar.
Kimisi –onlara yeni bir mücbir istibdat iklimi gösteren– gözlerine inanıyor. Bu gözlemciler haklılar, ama bir yandan da haksızlar. İstibdat işin cilası – yaşayan hemen herkesten daha yaşlı bir patolojinin son hali sadece. (Tarihsel standartlardan bakacak olursak çok yoğun da değil.)
Çağımızın temel tarihsel problemi, fikirlerimizi devasa bir açık hava çarşısındaki herhangi bir satıcıdan alıyormuşuz gibi görünmesine rağmen, hepsinin sanki aynı üreticinin elinden çıkmış gibi –sanki bir katedralin elinden çıkmış gibi– görünmesidir. Oysa böyle bir kompleks yok ve kesinlikle böyle bir irade de yok. Hiçbir şahıs yahut kurum parti politikasını yönetmiyor.
Bu tuhaf fikir birliğinin sebebi ne? Sözde bir çarşının pratikte bir katedral gibi işlemesine ne sebep oluyor? Bazı ekonomistlerin spontane koordinasyon dediği şey olmalı; Darwinci bir ok gibi. Genler gibi, formüllerin kendileri güç, avantaj sahibi oluyorlar.
Şelalenin eşiğindeki yıl olan 1940’ta James Burnham, The Macchiavellians: Defenders of Freedom adlı, Mosca ve diğer üç İtalyan Ekolü düşünürünü özetleyen ve fikirlerine ekleyen muhteşem bir kitap yazdı.
Sonraları National Review’ın –adı halen kullanılmakta olan bir kurum– kurulmasında parmağı olacak bir Troçkist eskisi olan Burnham, politik formüllerin tüm kamu anlatılarına bulaşabileceğini, bütün kelime ve konseptlerin şeklini değiştirebileceğini ve rejimin yapısını pratikte tanınamaz –ve dokunulmaz– kılabileceğini gördü.
Burnham, politik formüller sebebiyle bütün kamu anlatılarında iki anlam aranması gerektiğini öngördü: Fonksiyonel anlam ve resmi anlam.
Fonksiyonel, objektif, aktüel veya reel anlam birkaç yüzyıl sonrasının hevessiz tarihçilerinin işidir. Resmi, sözde veya sembolik anlam ise yetkililer sınıfının politik bir formül olarak optimize edilmiş güncel kamu anlatısıdır.
Bazen ikisi kesişir – bazen gerçek en iyi propagandadır. Aksi takdirde politik bir ilüzyona bakıyor oluruz. Dünyamıza dair düşünürken politik bir ilüzyonu olduğu gibi kabul etmek, hiç düşünmemekten çok da farklı değildir.
2. Elizabeth resmen İngiltere Kraliçesidir, 1. Elizabeth gibi. İngiltere siyasetine dair düşünürken 2. Elizabeth’in 1. Elizabeth gibi fonksiyonel olarak hükümeti kontrol ettiğini –Kraliçe şunu yaptı, Kraliçe buna karar verdi vesair– düşünsek, herhangi bir analizde bulunmak imkansız olurdu.
Günümüzde kimse bu zokayı yutmuyor. İngiltere zaten 1688’den beri iyi kötü sözde bir monarşiye sahip: Bir ilüzyon için oldukça köhne. İngiltere’de fonksiyonel monarşinin ta 7. Henry’den beri gıdım gıdım gerilediği iddia edilebilir.
Yine de beş yüz yıldır kraliyet merasimi zayıflık göstermedi. Bu sürenin önemli bir kısmı boyunca monark resmiyette bir otokrat, ancak pratikte bir celebrity muamelesi gördü – uçak biletinde özel bir unvan olan, kalıtımsal bir Kardashian.
Bu sürenin de önemli bir kısmı boyunca İngilizler bu çoğunlukla resmiyette kalmış monarşilerini kesin bir ciddiyetle ele aldılar. Çoğu hala bu ilüzyona inanıyor gibi. 1914’te göstermelik Kralları için gidip tomarla öldüler – görünmez Dışişleri Bakanlıklarının başlattığı bir savaşta.
Benzer bir gerçek-görünüm uyumsuzluğu bizim “fikir pazarımızı”, iyiden iyiye katedral gibi işleyen sözde çarşımızı etkilemekte olabilir mi? Burnham bunu sormamızı isterdi. Ve başka ne gerçekten göründüğü gibi?
2022’de, yani şimdiki yılda, bu soyut teorileri somut bir probleme uyarlayabiliriz. Wokeluk ne? Nereden çıktı? Nereye gidiyor? Ne demek?
Tanımın kendisiyle başlayalım. “Wokeness” daha on yaşını doldurmadı, ve fikrin kendisi kelimenin yaşıysa, Occam’ın usturasını çöpe atabiliriz – çünkü ben 30 yıl önce tüm bunları Brown’da duymuştum. O zamanlar buna “PC” diyorduk.
Güç isimlendirilmekten nefret eder. Güç rakiplerinin bir adım önünde olmalıdır. Bu tür etiketler “içeridekiler” tarafından kullanılan özel, gayrıresmi kodlar olarak ortaya çıkarlar; rakipleri tarafından keşfedilirler; sonra “içeridekiler” bu kodları terk eder – ve bu kodları asla kullanmadıklarını iddia etmeye başlarlar. Güç diye bir şey yoktur.
Ama hatırasını silmek kolay olmayabilir. 1934 yılında eleştirmen Walter Benjamin “The Author as Producer” adlı önemli bir deneme yazdı:
“…Hepiniz iyi kötü şairin özerkliği sorunu olarak bundan haberdarsınızdır: Dilediğini yazma özgürlüğü. Bu özerkliği ona sunmayı yeğlemiyorsunuz. Güncel sosyal durumun şairi kime hizmet edeceğini seçmeye zorlayacağına inanıyorsunuz. Popüler hikayelerin burjuva yazarı bu alternatifi değerlendirmez. Ve böylece ona o kabul etmese bile belli bir sınıfın çıkarları için çalıştığını gösterirsiniz…
Bir üst düzey yazar türü bu alternatifi kabul eder. Kararı, proleteryayla saf tuttuğunda sınıf mücadelesi temelinde belirlenir. Fakat o zaman da özerkliği kaybolur. Enerjisini sınıf mücadelesinde proleteryanın işine yarayan şeyler için harcar. Bir Bir yönelim benimsediğini söyleriz.
…Bir yandan şairin eserinin doğru politik yönelime uymasını beklemeliyiz, fakat öte yandan, eserlerinin yüksek kalite olmasını bekleme hakkımız da vardır. … Size bir eserin politik yöneliminin yalnızca edebi olarak da doğruysa politik olarak doğru olabileceğini göstermek istiyorum. Bu da doğru politik yönelimin doğru edebi yönelim içerdiği anlamına gelir.”
Yani sanat harbiden iyi değilse “woke” olamaz. Takdire şayan bir düşünce!
Yoksa sadece bir tesadüf mü? Sağlam tesadüf olurdu – hem nitelendirme, hem de fikir uyuşuyor. Çokça insan hala “siyaseten doğru” tanımının cidden kullanılmadığını iddia ediyor.
Veriler Google’da mevcut: Seksenlere kadar “siyaseten doğru” 1934’te ne ifade ettiyse aynısını ifade ediyordu: “Doğru politik yönelime uyan.” Kampüs muhafazakarları kodu kırdılar; “üst düzey” eleştirmenler onu terk etti; ve çizelge yeni bir ölçeğe muhtaç kaldı: Her ne kadar “SJW” de aynı noktaya varsa ve “woke”un akıbeti çok farklı görünmese de, bazı tanımlar o kadar mükemmeldir ki hiçbir balçıkla sıvanamaz.
Bu yeni bir fenomen mi? Yoksa aynı etiketi taşıyan ve yüzyıllık, yükselen, yekpare bir kavisi besleyen birçok şey mi? Şayet Amerikan politik sistemi ve yetkililer sınıfının yapısal bir özelliğine bakmıyorsak, ha Occam’ın usturası, ha kahvaltı bıçağı diyebiliriz.
Bu zaman çizelgesine uyan nesnel bir tarihi olay Amerikan yetkililer sınıfının tabiatında bir değişimdi – Vilfredo Pareto’nun elit sirkülasyonu dediği bir olay. Her zaman bir yetkililer sınıfı vardır, ama bu sınıf hep aynı değildir.
20. yüzyılın başında yetkililer sınıfı servet, statü ve siyaseti bir araya getiriyordu. Sonundaysa servet, statü ve zekayı. Belki de siyasetçilerin ve entelektüellerin görece nüfuzlarındaki değişim, entelektüellerin tuttuğu düşünce türlerinde de bir değişime sebep olmuştur.
Bu katedral hipotezi, fikir pazarının resmileşince monokültüre dönüştüğünü savunur. Gücün kendisi pazarı zehirler. Gerçek fikirleri değil, önemli fikirleri seçer. Yani politik formülleri.
Bu hipotez üç soru sorar. Birincisi: Bir çarşı nasıl resmileşir? İkincisi: Gücün girişi fikir pazarını nasıl çarpıtır? Üçüncüsü: Bir çarşı katedrale dönüştükten sonra, nasıl düzeltilebilir?
Öncelikle fikir pazarımızın –yani gazetecilik ve akademi– resmi olup olmadığını soralım. Eylem olarak değil, kurum olarak – anaakım gazetecilik ve saygıdeğer akademi.
Görünürde cevap basit. Harvard ta 17. yüzyıldan kalma tuhaf bir kar amacı gütmeyen kurum. The New York Times özel, borsada hissesi olan bir şirket. Resmiyette bir Times gazetecisi, Harvard profesörü ve Subway’de sandviç hazırlayan bir eleman arasında bir fark yok – görünürde üçünün de işi var, tıpkı sizin gibi. Kraliçeninki gibi bir makam sahibi değiller.
Ama bir rejim kurumlarından birisini özel sektörde saklayabilirse, o kurum genel nüfuz ama özel dokunulmazlıkla hareket edebilir – özellikle de kurum, beraberinde kanuna yazılı bir süper-özel dokunulmazlıkla geliyorsa.
Objektif olarak bakarsak bir kurumu resmi yapan şey, hükümet kararlarını kontrol etmesi, yahut kararlarının hükümet tarafından kontrol edilmesidir. Klasik Orwell usulü devlet kontrollü basınını tanımak, kontrol yolu gayrıresmi olsa da (mesela finansal fonlanma) kolaydır. Peki ya öteki yön? Mesela, basın kontrollü bir devlet?
Günümüz rejiminde hükümet kulis bilgilerinin sızmasını tolere ederek gazeteciliğe kelimenin tam anlamıyla güç akıtıyor. Meşru basınla yapılan, teoride yasak, pratikte izinli gizli bilgi paylaşımları. Kulisçilik hem teşvik, hem de kontrol mekanizması.
Gerçekten de özel bir teşebbüse ait olan ve devlet sırlarını alıp satma izni olmayan bir gazete, meşru basınla yarışamazdı. Wall Street’te kamuya ait olmayan bilginin seçilerek paylaşılması bir suç: Kamuya açık bir şirket, bütün bilgiyi bütün dünyayla aynı anda paylaşmak zorunda. Şayet hükümet bu standardı kendi çalışanlarına uygulasaydı, bildiğimiz manada gazetecilik var olamazdı.
Ancak kulis bilgisi sızdırmak basını hükümet üzerinde güç sahibi de kılıyor. Sızıntının kaynağının bürokratik bir amacı var; aracı olan gazeteci bu amacı paylaşmak zorunda. Günümüzdeki hemen her gazeteci şahsi tatmin ve başarılarının ne kadar “iz bıraktıklarına”, “dünyayı değiştirmeye” ne kadar yardımcı olduklarına dayandığını kabul eder. Gücü tanımlayan bu hüsnütabirler incelikli bile değil.
Meşru basını bir hükümet kurumu olarak yeniden adlandırdıktan ve tüm yayın organlarını İletişim Bakanlığı’nın kolları olarak ele aldıktan sonra bu gayrıresmi tuhaflıklar resmi bir mantığa oturuyor. Tabii ki bir İletişim Memuru resmi sırlara istediğince ulaşabilir. Alenen ortadadır ki İletişim Kurumu hükümetin en güçlü kurumudur.
Bu egzersiz meşhur üniversitelerimize uygulandığında daha da kolaydır. Sadece bolca fon değil, direkt bir güç akışı da ediniyorlar. Resmi hükümet teknik kararlar için kendi eksperlerini bulundurmadığı için bu tür kararlar “bilime” dayanmak zorunda. Pratikte bu “bilim” de Gerçek Memurları ne diyorsa o. Bu Gerçek Departmanı, İletişim Departmanı’ndan bile güçlü olabilir.
Bu üstü örtülü kurumları bir araya getirdikçe rejimimizin yadsınamaz güç merkezi olan bir “Gerçeklik Departmanı”nı görmeye başlayabiliriz. Başka hiçbir kurum karşısında duramaz – en azından, seçilmiş hiçbir siyasi karşısında duramaz. Egemenlik hesap vermemezlik demektir ve bizim Gerçeklik Departmanımızın kimseye hesap borcu yok.
Oysa bir yandan da bütünüyle gayrımerkezi – Orwell’in klasik Gerçek Bakanlığı’yla hiçbir alakası yok. Bizim Gerçeklik Departmanımız sadece bağımsız kurumlardan oluşan bir çarşı değil – o bir çarşılar çarşısı, çünkü her kurum akademik olarak özgür profesörlerden oluşuyor. Merkezi bir sinir sistemi yok – ne kürsü var ortada, ne de papaz.
Oysa bu pazardaki tüm tezgahlar aynı malı satıyor. Onu koordine edecek bir kurumun yokluğunda Gerçek Departmanı sinoptik bir halde. Her şeyi aynı gözlerle görüyor. Sürüden tek bir hayvan bile ayrılmıyor; Harvard “woke”laştıkça, Yale daha “based” bir hal almıyor.
Spontane bir düzen aradığımızı bildikten sonra cevabı bulması kolay. Alternatif, bütünüyle gayrıresmi ve güçsüz bir Gerçek Departmanı düşünün – anlatılarının ve sonuçlarının dünyada hiçbir etkisinin olmadığı bir kurum. Bu alternatif dünyadaki yazarlar ve araştırmacılar alaka ve etkiden ziyade yalnızca gerçek ve güzellikçe cezbedilebilirler. Hiçbir politik formül güç sunamaz; hiçbirinin seçici avantajı olamaz. Böyle bir dünyada kim şairleri “şiirsel özerkliğin” kötü ve tehlikeli olduğuna ikna edebilir ki?
İşte yoz plütokrat ve edepsiz siyasilerinden yılmış atalarımızın yeni bir rejime dönüştürdüğü kurum, bu zehirlenmemiş fikir pazarıydı. Oysa çarşıyı güce taşımak, onu güce layık kılan merkezsiz halk bilgeliğini yok etti. Bu bağımsız yazarlar ve alimler topluluğu kendini meleyen bir sürü haline getirdi. Çarşı, katedrale evrildi.
Katedralimiz Orwellyen bir distopyadan çok uzak bir görüntüye sahip. Merkezi, müstehzi ve mücbir değil, aksine dağınık, samimi ve cezbedici. Oysa evrensel bir ilüzyonu besleyen bir anlatı döşeme yeteneği ötekinden aşağı kalır değil – ve distopyanın kalbinde de icbar değil, ilüzyonun kendisi yatar. Yalnızca gerçeği söyleyen bir Gerçek Bakanlığı’yla kimin ne sorunu olurdu? Hatanın hakkı yoktur.
Katedral hipotezi bize önemli bir şey söylüyor: O da fikir hastalığımızı iyileştirecek şeyin daha fazla fikir olmadığı. Sorun yapısal. Bu hileli oyunda gerçek gücü asla yenemeyecek. Nasıl ki C Vitamini asla kokainden daha çok satamayacaksa, kazanan fikirler de hep en heyecan verici ve güçlü politik formüller olacak. Öyleyse bunun içinden nasıl çıkacağız?
Milattan Önce 350 yılı civarında, Atina’nın son günlerinde, Aristoteles Politika adlı zamansız bir kitap yazdı.
Aristoteles üç hükümet biçimi gördü: Bir kişinin hükmü, az kişinin hükmü ve çok kişinin hükmü. Onlara sırayla monarşi, oligarşi ve demokrasi dedi. Bizim Gerçek Departmanımız onlara diktatörlük, demokrasi ve popülizm diyor.
Entelektüel kurumların son kararı verdiği hükümet biçimi için yeni denemez. Eski Mısır’da Amun rahipleri, kadim Çin’deki Konfüçyüsçü mandarinler, ve eski Massachusetts’te Püriten vaizlerce uygulanıyordu. Doktrininin tek tanrılı, çok tanrılı yahut hiç tanrılı olmasından bağımsız, en iyi teokrasi olarak tanımlanabilecek bir yapıdır bu – ki teokrasi de daha geniş oligarşi, yani organize azınlık hükmünün bir alt kümesidir zaten.
Bu kurumların yerini dolduracak alternatif bir oligarşimiz olmadığına, olsa bile onun da bunu uygulayabileceği meşru bir prosedür olmadığına göre, “wokeluk” denilen şeye karşı tek çare hükümet yapısını değiştirmek – Aristoteles’in saydığı diğer ikiden birine, ya demokrasiye, ya da monarşiye.
Yahut, senin onları tanıdığın üzere, sevgili okuyucu: Popülizm veya diktatörlük. İkisi de tuhaf, çarpık çözümler gibi duruyor. Ama bu noktadan sonra nesnel olarak geriye kalan iki seçenek de bundan ibaret: Katedral, yahut çarpık.
Popülizm ve diktatörlüğü birbirinden ayırt etmek zor olabilir. Hiçbir monark süperkahraman olmadığı için, bir monarşi kendi kendini icat edemez. Cumhuriyetimiz temsili olduğu için, hiçbir demokrasi kendi kendine hükmedemez. Yani iki seçenek de hükümetin fonksiyonel kontrolünü ele alacak siyasilere oy vermekten geçiyor – 2. Elizabeth yerine 1. Elizabeth’e.
Fark seçmenin zihninde. Popülist seçmen siyasiyi bir hizmetkar olarak seçer: Milli iradenin vekili. Monarşist seçmen siyasiyi bir efendi olarak seçer: Milli iradenin ikamesi. Demokratik seçmen gücü eline alır. Monarşist seçmen gücü verir.
Roma’nın popularileri hem Marius’u, hem de Caesar’ı seçtiler: Marius’u demokrat olarak, Caesar’ı monark olarak. Hangisi daha işe yarardı? Bir alimin yazdığına göre:
“Atina’dan modern düşünce, hükümet ve topluma dair fikir yahut teşvik almak isteyen modern arzu şu tuhaf paradoksla yüzleşmelidir: Antik demokrasiyi ortaya koyan ve eyleme döken halk ondan geriye sadece onun eleştirilerini bıraktı (hem felsefi, hem de teorik bir düzlemde). … Ve dahası, Atina’nın demokratik hükümet dönemi, demokrasinin iyi yönetim doğuracağı fikrini haksız çıkaracak başarısızlıklar, hatalar ve kabahatlerle (en meşhuru olarak Sokrates’in idamı gösterilebilir) doludur.”
2020 hem oligarşiyi, hem de demokrasiyi denedi – yahut hüsnütabirlerle konuşmak istiyorsak, liberalizm ve popülizmi. Herhangi biri iyi iş çıkardı mı? Deliliğin tanımı bir hatayı tekrar etmektir. Kulağa ne kadar çarpık gelirse gelsin, insanlık tarihinin en yaygın yönetim biçimi hala dışarıda bir yerde – ve sürdürdüğümüz yaşam biçiminden sıkılmamızı bekliyor.
Yazar: Curtis Yarvin
Çevirmen: H. Kunelciyan
Editör: Fahri Tüfenktürk
Yazının Orjinali: The Cathedral or the Bizarre