Die Standarte, 13 Aralık 1925.
Doğduğumuz dünya bize apaçık bir şey olarak görünür. Doğduğumuz andan itibaren birçok şeyle çevreleniriz, bilinçlenmenin ilk işaretleriyle bunları algılayan kendimizden daha açık bir şekilde ayırt etmeyi öğreniriz. Henüz konuşamaz ve hareketin ne olduğunu bilmezken bile ormanların ve tarlaların içinden geçen raylardaki trenlerin gürültüsü bize zaten tanıdıktı. Eğer Güney Amerika’nın bakir ormanlarının ortasında bir kulübede büyümüş olsaydık hareketi rüzgarda sallanan ağaçları, uçan kuşları ve bir okun uçuşunu gözlemleyerek tanıyacaktık. Köy hayatı, rengarenk kuşlar ve mızrak ile ok bizim için olağan şeyler olacaktı. Ama biz devasa demir vagonları ve karmaşık çelik mekanizmaları bir gram bile anlamadan gözlemlemeye daha annemizin kucağında başladık. Bu gerçek, düşünce tarihinde uzun zaman önce keşfedilmiştir: önce nesneleri algılarız ve ancak daha sonra bu deneyim çeşitliliğini sıkı bir sınıflandırmaya tabi tutarız. Bazen bu gerçeği kendimize hatırlatmalıyız ki çağımıza ve çevremize ne kadar bağlı olduğumuzu görebilelim. Biz, bu ikisini de düşünceyle fethedebileceğimizi varsayarız fakat gerçekte düşünce yalnızca onların bir işlevidir.
Bugün, elimizde gazete ile bir restoran vagonunun koltuğunda rahatça otururken yanımızdan akıp giden manzaralara hiç aldırmayız. Dahası, pencereden geçen kasabalar ve köyler de bize şaşırtıcı gelmez. Onları çocukluğumuzdan beri çok iyi tanırız, bizim dünyamızdır ya bu! Yine de gelin en az bir kez onları başka gözlerle görmeyi deneyelim. Örneğin, kaleler, manastırlar ve katedrallerle dolu başka bir çağın insanının gözleriyle.
Parlak bir demiryolu şeridiyle yarılmış ormanlar ve tarlalar, eskiden bugün göründükleri gibi değildi. Bunlar yalnızca herhangi bir orman ya da tarla değil; bizim zaman ve mekanımıza özel orman ve tarlalardır. Düzenli sıralar halindeki kayınlar ve göknarlar bize geçit törenindeki askerleri hatırlatır. Çavdar ve buğday, dikdörtgen tarlalarda cetvelle çizilmişçesine şeritler oluşturur. Tüm bunları yapan bir makinedir. Tek tek, sıkı bir sıra içinde dizilmiş taneler. Daha otuz yıl önce tarlalar bütünüyle farklı görünüyordu.
İşte böylece büyük bir şehre varırız. Trafik ışıklarının direkleri ile dar demir ayaklar üzerine kurulmuş köprüler görünür olur. Manevra garlarının, kaldıraç ve tellerden oluşan yığınların ve pencerelerinden çarklarla parlak ampullerin göründüğü fabrika siluetlerinin yanından hızla geçeriz. Merkeze yaklaştıkça, tuhaf teknolojik bitkilerle dolu büyülü bir bahçe bizi giderek daha sıkı sarar.
Mimarisinde modern emperyalist tarzın izleri görülen devasa istasyonların birinde trenden iner ve sokaklara çıkarız. Gece çoktan çökmüştür. Renkli bir ışık denizine dalarız; bina duvarlarında parlak tabelalar, kulelerin çevresinde dönen ateş çarkları. Makine kervanları geniş meydanlardan ve dar ara sokaklardan gümbürdeyerek, tıslayarak, kornalar çalarak hızla geçer. Sanki tehlikeli hayvanların çığlıkları gibi. Ama biz, ark lambalarından oluşan yapay gökyüzünün altında, tüm bu kaosun içinden sakin ve kayıtsızca yürürüz. Çevremizdeki manzara “Binbir Gece Masallarından” bile fantastiktir.
Burada kendimizi evimizde hissederiz. Bir masal dünyasında yaşıyor olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Her şey gelir ve geçer; öyle görünüyor ki dünyamız hiçliğe gömüldüğünde torunlarımız bizim hakkımızda, kötü ve kudretli büyücüler hakkında, efsaneler anlatacak. Evet, biz büyük ve harika şeyler yarattık ve bunlarla gurur duymaya hakkımız var. Çünkü öyle anlar vardır ki ilerleme denilen şeyle gerçekten gurur duyarız. Yarattığı makinelerin metropolün üzerindeki gökyüzünde müthiş bir enerji harcayarak yanışını gördüğünde modern insanı saran o sarhoş edici sevinci hatırlayalım. Ayrıca bu devasa makineler durdurulduğunda, hafta sonlarında, duyulan boşluk hissini de hatırlayalım. O zaman sokaklarda tembel tembel dolaşan kalabalıklar gerçek anlamlarını yitirmiş, dindar atalarımızdan miras kalan bayramlar ise günahmış gibi görünür. Yaşamı tamamen enerjiye dönüştürmeye hazırız.
Ancak, bu mekanik aygıttan, hareket etmeye zorladığımız bu cadı süpürgesinden, hala kafası karışık bir büyücü çırağıymışız gibi içten içe korkarız. Korkuyu hissettiğimizde, teknolojiyi rasyonalist düşüncenin bir sonucu olarak gördüğümüzde, ruhsal dünyanın geri dönülmez biçimde yok olduğuna ve onun yerine maddi kazanç kültünün ortaya çıktığına inandığımızda bilinçli bir şekilde ortaya çıkar. Bu durum, özellikle Büyük Savaştan sağ çıkan ve içgüdüsel olarak kanı seçip her türlü rasyonalist dünya görüşünden kaçınan yeni nesilde daha belirgindir.
Makine bizden gerçekten de çok şey aldı. Hayatımızı daha enerjik hale getirdi ama aynı zamanda hayatımızın ışıltısını da götürdü. Bütünün bilgeliğin bizden alarak bizi parçanın uzmanlarına dönüştürdü. Onu demir bir hizmetçi gibi kendi yararımıza çalıştırabileceğimizi düşündük ama onun çarkları tarafından öğütüldük. Keyserling, “Bir Filozofun Gezi Günlüğünde”, sadece kontrol işlevi bizdeyken her şeyi makinelere yaptırmanın bir delüzyon olduğunu ifade etmişti. Aslında her yeni makineyle üzerimizdeki yük artıyor – istatistiklere bakmak yeterli.
Ancak, makinenin hareketinin doğaları gereği zorunlu olduğunu anlamak önemlidir. O, bir yıkım aracı haline gelerek yoluna çıkan herkesi ezer. Her türlü protesto onun çelik kabuğundan sekecektir; tıpkı ilk buharlı makinelerin kullanılmasına karşı isyan eden İngiliz fabrika işçilerinin protestosu gibi. Makinelerle çıplak elle başa çıkmak mümkün değildir – bu, askeri teknolojinin ateşli savaşlarından çıkarttığımız bir ders. Bir de burada hatırlanması gereken bir başka önemli nokta var: Dünyanın derinliğini kaybetmesinin suçlusu makine değildir – bu suçlama, insanın makineyi kendi zihninde tamamen kavrayıp kontrol edebileceği yönündeki sahte arzusundan kaynaklanır. Suçlu olan yalnızca insandır, böyle meselelerde suçtan bahsetmek ne kadar doğruysa tabii. Bugün makineler, yalnız bir insanın aracıdır ve bu insanların birleşmesiyle tüm ulusun aracı haline gelirler. Makine aracılığıyla da ruh, herhangi bir başka araçta olduğu gibi istediği her şeyi yapabilir.
Nietzsche’nin rönesans tablosunda makineye yer yoktu. Ama bize aynı zamanda hayatın yalnızca acınası bir varoluş mücadelesi olmadığını, daha yüksek ve daha ciddi amaçlar peşinde koşulabileceğini de öğretti. Bizim görevimiz bu öğretiyi makineler üzerinde uygulamaktır. Onu yalnızca üretim aracı, maddi ihtiyaçların tatmini olarak görme hakkımız yoktur; çünkü makine, daha yüksek düzeydeki ihtiyaçları da karşılayabilir. İşte bu yüzden onu aklın gölgesinden kurtarıp irade ve kanın hizmetine koymalıyız. Aklın dilinde “ilerleme aracı” olarak adlandırılan şey, kanın dilinde “güç aracı” olarak adlandırılır.
Akıl, aracı yaratır, fakat kanın iradesi onu yönlendirir ve kullanır. Makineler, ülkeleri ucuz ürünlerle doldurmak ve teknolojik süs eşyaları yaratmak için kullanılır. Kültürlü uluslar makineleri kendi tanklarını ve taarruz silahlarını yaratmak için kullanır ve bu elbette çelik plakalar ya da namlularla sınırlı kalmaz.
Modern milliyetçilik savaşta olduğu gibi barış zamanında da makineler olmadan işleyemez. Sopalar ve kırbaçlarla savaşılan Teutoburg Ormanı Muharebesi çok geride kaldı. Artık bir ülke, trenler göndermeyi, slogan basmayı ve genel olarak herhangi bir iradeyi zaman ve mekana dayatmayı sağlayacak gerekli teknolojik gelişmişliğe sahip değilse başarısızlığa mahkumdur.
Savaş sırasında, ruhun maddeye üstünlüğüne inanarak askerleri modern silahlardan yoksun bir şekilde savaşa gönderen insanlar vardı. Bu tür hatalar ağır bir bedelle ödendi. Elbette ruh, askeri teknoloji üzerinde üstünlüğe sahiptir fakat bu, ikisinin doğrudan karşı karşıya getirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Ruhun üstünlüğü, teknolojiyi kendi iradesine göre kontrol edebilme yetisinde kendini gösterir. Barış zamanında da ulusu en yeni teknolojiyle donatmayı hedeflemeliyiz. Bazı dönemlerde insanlar kendilerini bombardıman ve gaz saldırılarıyla; başka dönemlerde ise sinema, radyo ve basın araçları ile ifade ederler. İşte burada üzerinde çalışabileceğimiz geniş bir alan vardır.
Fakat modern fabrika işçisini fethetmeden bu alanı fethedemezsiniz. Onu, işçiyi, üretim sorunlarıyla bağlantılı olan, endüstriyel savaşa ve Somme Muharebesi’ne yol açan Marksist ve Kapitalist kalıpların çıkmazından bir kaçış yolu bulmanın gerekliliğine ikna etmeliyiz.
Özgürlüğe giden yeni bir yol bulmalıyız. Ona, değerlerimizin hiçbir maddi karşılığı olmadığını, geliri dağıtmakla uğraşmadığımızı, kan ve güç meselesini çözmekte olduğumuzu anlatmalıyız. Bizim için o, niteliksiz bir işçi değil, eşit haklara sahip bir yoldaştır. İşçi, defalarca vaatlerle kolayca satın alınmıştır. Ancak Marksizmin ona yalnızca maddi anlamda sunduklarına karşılık milliyetçilik, çok daha fazlasını sağlayabilir.
Fabrika işçisi, başlı başına yeni bir Avrupa fenomeni olan modern milliyetçiliğin yükselişindeki ilk ve en güçlü unsurdur.
Kaynak:
Yazar: Ernst Jünger
Çevirmen: @sariomer58
Editör: Fahri Tüfenktürk