Düş; zihne düştüğünde düşünce olur, dille şekillenir. Dile ket vurulduğunda düşünceye ket vurulur. Dili, algıyı ve düşünceyi yeniden biçimlendirip yeni olanı satın alma karşılığında yeni gerçeği keşfediyoruz.
Sözcükler büyük önem taşır. Bu yüzden, toplumun günlük hayatta kullandığı kelimelerin yerine yenilerini ikame ettiğimizde uzun vadede toplumsal davranışın pozitif yönde değişeceğini sanırız fakat sözcükler yalnızca düşümüzün biçemidir. Yani, aslında beklenen işlevi görmez. Sözcükler, yani düşüncenin biçemi yitirildiğinde; bilinç, öz yitirilir.
Bu noktada politik doğruculuk terimiyle karşılaşıyoruz. Kısaca bu terim, toplumdaki belli grup üyelerine karşı ayrımcılığa sebep olacak dil kullanımından kaçınma anlamına geliyor. Onur kırıcı, ırkçı sözcüklerin herhangi bir yerde kullanımının yanlış olduğunu belirtiyorum. Politik doğruluk bunun ötesinde bir anlama büründü artık ve özellikle fikirlerini beyan ederken çeşitli ayrıcalıklara sahip olmak isteyen grupların korunma ve aynı zamanda saldırı mekanizması halini aldı. Hal bu iken; ana akım medya, akademi ve siyasilerin politik doğrucu sunularına biat etme, sunaklarda kafamızı sunup kendimizi kurban etmekten başka bir şey değil. Bellek ve bilinç yitimidir. A’ya duygularını incitmemek için A olduğunu söyleyememek gerçeklerden koparıp iletişimi ortadan kaldırır. Politik doğrucu tutum, sürekli ve hızlı değişen yeni doğrulara yetişememe durumu kişiyi düşünememeye, kendini ifade edememeye ve izolasyona iter. Önce toplum, sonra birey olma bilinci yitirilir. Toplum bilinci, bireysel taleplerimizi kitleler halinde talep edebilmemiz açısından önem taşır.
Politik doğrucu kişilerin karşı olduğunu iddia edip fakat aynı zamanda yaptığı ise kişilerin değiştiremeyeceği sosyo-kültürel gruplarına saldırmak, onları etiketleyip sindirmek; değiştiremeyeceğini bildikleri geçmişin olumsuz yükünü bir grup insanın üstüne yıkmak, sindirerek genel kabul gören politikalar dışında herhangi bir sesin duyulmasını önlemek; duyulduğunda ise ön yargılarla önüne bir set çekmek. Bu durumda, etiketlenen kişilerin çoğunlukla yaptığı hata ise “Evet, kabul ediyorum. Ne olmuş?” tavrını takınarak sorumlu olmadıkları hata ya da suçları üstlenip sınırları zaten önceden belirlenmiş olan çerçeveye hapsolmayı kabul etmek.
Politik doğrucu tutum sonunda oluşan ‘iptal’ kültürü ve sansür, karmaşık problemlerin çözümü için gerekli olan tartışmaları imkansız hale getirdi. Toplumdan tecrit edilme korkusuyla kendini ifade edip çözümün parçası olamamak, insanları “onlara karşı biz” çizgisine itip uzun vadede marjinalize eder. Kutuplaşmayı ortadan kaldırıp insanlığın ortak yararına hareket edebilmek için biz olmaya ve birliğe ulaşmaya çalışmak gerek. Bunun da yolu, insanın sözlerini işitecek kulakların var olduğunu bilmesidir. Çünkü insan, kendini özgürce ifade edip sorunların çözümüne ortak olduğunda toplumun bir parçası olduğunu hisseder.