Şayet Anglofon edebiyata biraz meraklıysanız Cormac McCarthy ismini duymuş olma ihtimaliniz vardır. Bu ihtimal kronik olarak online bir Youtube yahut Twitter (hayır, X demeyeceğim, Elon Musk yarağımı yiyebilir) bağımlıları için “ağbi Bılad Meridyın ağbi, Cac Holdın ağbi, korkunç bir kitap ağbi, şiddet ağbi, Nietzschean ağbi, nihilist ağbi” diyen sofistike kisveli clickbait tacirleri aracılığıyla bir tık daha yüksek olabilir. Yine de duymadıysanız, azıcık anlatayım.
İrlandalı Katolik bir aileye mensup McCarthy, 1933’te doğmuş, çocukluğunu, ilkgençliğini Knoxville’de geçirmiştir. 1951’de Tennessee Üniversitesi’ne girmiş, 1953’te okulu bırakıp orduya yazılmış, 4 sene kadar bir süreyi Allah’ın unuttuğu Alaska’da geçirmiş, sonra üniversiteye dönmüş, okuldan bir kızla evlenmiş, üniversiteyi tekrar bırakmış ve tuhaf bir hayat sürmeye kararlı bir biçimde karısını da alıp dağ başında bir kulübeye yerleşmiştir. O dönemki karısı Lee Holleman, tahmin edilebileceği üzere bu manyakla ömür geçmeyeceğini kısa sürede anlamış ve kendisinden 1961’de boşanmış, tek çocuklarını da alıp gitmiştir (Suttree’de bu deneyimin kurgulaşmış bir versiyonunu bulabilirsiniz).
Cormac McCarthy’nin hayatına giren kadınları abidik gubidik yaşam tarzlarına sokma ve böylece hayatı onlara zehir etme huyuna dair kardeşi Dennis, yazarın ölümünden sonra şu yorumda bulunmuştur: “Karılarının Cormac’in onlara verdiğinden fazlasına ihtiyacı vardı. Onun için iş hep önce gelirdi. Karılarını severdi, ama kendisini daha çok severdi. Bir narsisistti. Narsisist olmasaydı da asla bu seviyelere ulaşmış bir sanatçı olamazdı.”[i]
Biyografik veriler kardeşinin dediğini doğruluyor; 1965’te, yazar ilk romanı The Orchard Keeper yayımlandıktan sonra kazandığı bir para ödülüyle İngiltere’ye gitmek üzere transatlantik yolcu gemisi RMS Sylvania’ya atlıyor, ve gemide tanıştığı dansöz Annie DeLisle ile çok vakit geçmeden evleniyor. Bu esnada Rockefeller Vakfı’ndan aldığı bir hibe sayesinde karısıyla Avrupa’yı turlasa (ve bu esnada ikinci romanı Outer Dark’ı tamamlasa) da Amerika’ya döndüklerinde yine münzevi, fakr u zaruret içinde bir hayata atılıyorlar ve McCarthy 1973’te Child of God’ı tamamlıyor. 1976’da DeLisle ile boşanıyorlar. Bu boşanmanın sebebi tuhaf hayat biçimleri mi, yoksa McCarthy’nin aynı sene tanıştığı Augusta Britt mi, bilmiyorum.
McCarthy’i yazının başlığında “sınır ötesinin yazarı” olarak tanımlamıştım. Her ne kadar yazının devamında bunun eserlerine nasıl yansıdığını anlatacak olsam da, hayatının Britt ile geçen kısmı hakikaten sınır ötesinde geçiyor. Augusta Hanım, yazar ile tanıştığı vakitler esnasında fazlasıyla travmatik aile hayatı yüzünden ömrünü üvey ailelerle geçirmek zorunda kalmış, 16 yaşında bir genç kız – McCarthy ise 42 yaşında, evli barklı bir adam. Nasıl oluyorsa “romantik” bir ilişkileri oluyor (aşk mı, istismar mı, yorum yapması zor; bana kalsa istismar derdim, ama Augusta Britt şu an 66 yaşında ve hala ilişkilerinde istismar faktörü olduğunu düşünmüyor[ii]). Beraber yola koyuluyorlar, tabii Amerikan kanunlarına göre McCarthy reşit olmayan biriyle cinsel ilişki ve (yine Britt reşit olmadığı için) beyaz kadın ticareti suçlusu olduğundan FBI peşine düşüyor ve ikili federal polisi atlatmak için sınırı geçip Meksika’ya kaçıyor. Augusta reşit olduğunda dönecek, önce Suttree’yi, sonra Blood Meridian’ı yayımlatacak, sonra da (ismi yazımız için fazlasıyla manidar olan) Sınır Üçlemesi ile ünlenip dehşet paralar falan kazanacak.
Bütün bunları McCarthy’nin bir biyografisini okuyun diye anlatmıyorum (en azından, yazının bu noktasında buna karar verdim; başladığımda ben de açıkçası pek bilmiyordum ne yapacağımı), onu başka bir web sitesinde yapabilirsiniz zaten. Close reading erbabı belki bunu duyunca anevrizma geçirecek ama ben yazarla yazılanın birbirinden bağımsız olduğu düşüncesine hiçbir zaman inanamamışımdır. Bunları anlatıyorum ki McCarthy’nin romanlarındaki “sınır ötesi” elementlerin nasıl deneyimlerden beslendiğini az buçuk anlayalım.
Evet, dört beş kere sınır ötesi dediğime göre bunu şöyle açıklayabiliriz sanırım. McCarthy’nin romanlarının pek çok şey anlattığı iddia edilmiştir – misal, herhalde en meşhur romanı olan Blood Meridian’ın tam olarak neyi anlatmaya çalıştığı, sonunda tam olarak ne olduğu hala internet clout kasmaya çalışan tayfa tarafından tartışılmaktadır (evet, sevgili okuyucu, ben de bunlardan biriyim). Outer Dark’ta ana karakterlerimizden biri olan Culla Holme’u kovalayan zombimtrak üçlü neyin nesidir, daha Youtube mezesi olmasa bile Reddit köşelerinde tartışılmaktadır. Suttree’nin tuhaf şaklabanı Gene Harrogate neden her gece komşusunun tarlasına sızıp karpuzlarını sikiyordu, henüz tartışılmasa bile tartışılması gerektir, vesair, vesair.
Ben “Şu neden böyleydi? Bu neden şöyleydi? Alicia Western neden ağabeyine amını yalatmak istiyordu?” gibi sorularla kafanızı şişirme niyetinde değilim, gerçekten tüm McCarthy romanlarında gördüğüm, pek de sorgulamadığım bir şey anlatacağım. O da yazarın eserlerinin, tıpkı yazarın kendisi gibi, ortalama insan hayatının sınırlarının ötesinde şeyleri merkeze koyduğudur. Mesela, ilk romanı The Orchard Keeper’da kitaba ismini veren Arthur Ownby, Apalaş Dağları’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir köşesinde yaşayan münzevinin tekidir, ve hükümetin huzurlu cennet bahçesine metal bir su deposu yerleştirmesi, bir nevi o bölgede hak iddia etmesi ve kapsaması, bu ihtiyarı delirtip kırma tüfeğiyle hükümete savaş açmak için kolları sıvamasına yeterlidir.
Ortalama insan hayatıyla bir bağ sahibi olmak istemediğini kitapta kendisi de itiraf eder: “If I was a younger man, he told himself, I would move to them mountains. I would find me a clearwater branch and build me a log house with a fireplace. And my bees would make black mountain honey. And I wouldn’t care for no man.
He started down the steep incline.—Then I wouldn’t be unneighborly neither, he added.”[iii]
İkinci romanı Outer Dark’ta bilerek münzevi hayatı kendi rızalarıyla seçip seçmedikleri çok belli olmasa da, kitabın kahramanları ensest bir ilişki sürdüren iki kardeştir ve bilhassa erkek kardeş Culla, yaşadıkları mezbelenin etrafına gelenlere karşı oldukça sert bir tavır takınmakta, rastladığı insanlar için ırgatlık yaparak kendisini ve kız kardeşi Rinthy’yi hayatta tutmaktadır. Culla, kardeşinden doğma bebeğini ormanda ölüme terk etmesiyle “ortalama insan” olma şansını bütünüyle yitirmiş gibidir; Rinthy çocuğunu bulmak için evden kaçar gider, ve Culla da onun peşine düşer, ve bu esnada da kim veya ne oldukları belirsiz üç adam, Culla’nın peşine düşüp yolunun kesiştiği herkesi korkunç biçimlerde öldürürler. Culla resmen dokunduğu herkesi ortalama insan hayatının ötesine, korkunç tehlikelere sürükleyen bir tür metafizik cüzamlı gibidir.
Yazarın oldukça kara bir mizah anlayışıyla adını Child of God koyduğu (ve okurken ikrah edip bıraktığım tek Cormac McCarthy eseri olan) romanda ise başrolümüz toplum tarafından dışlanmış ruh hastası Lester Ballard’dır. Şimdi klasik yabancılaşma, dışlanma, marjinalizasyon muhabbetlerine falan girmeyeceğim; Ballard abazanlığına çareyi nekrofilide bulmuş, çevresindeki ceset yokluğunu da civarındaki insanları öldürerek çözmüş bir tür vitaminsiz Jeffrey Dahmer’dir (ha, romandaki diğer taşralılar da öyle sütten çıkma ak kaşık değildir, orası ayrı – kızlarına okuduğu bir anatomi kitabından Fıtıksu gibi isimler koyan, birini ormanda iki adamla bastıktan sonra adamları kovup onların yerine kızına tecavüz eden çöplük sahibi gibi). Bütün roman “sınır ötesi”dir denilebilir – kitapta sağlıklı Allah’ın tek bir kulunu bulmak zordur. Olanlar da tek paragraflık minik bölümlerle ana karakter hakkındaki fikirlerini beyan edip, tabiri caizse, eserden fıyarlar.
Roman diye ortaya koyduğu necaset yığınından kendisi de etkilenmiş olacak ki, McCarthy’nin bir sonraki romanı, Suttree, Child of God’dan 6 sene sonra yayımlanıyor. Fazlasıyla otobiyografik ve yoğun olan bu roman, kitaba adını veren Cornelius Suttree ve Knoxville, Tennessee’deki tuhaf yaşamını, hatta belki Knoxville’in tüm tuhaf insanları konu almaktadır denebilir. Suttree, ekmeğini balıkçılıktan kazanan, arkadaşlarıyla eğlenmeyi bilse de içten içe melankolik şahsiyetli, üniversite terk avarenin tekidir. Hem ana babasını, hem de eski karısıyla oğlunu ardında bırakmıştır; kayıktan bozma bir evde yaşamaktadır. Günlerini Knoxville’in kabadayılarıyla, ayyaşlarıyla, engellileriyle, evsizleriyle, travestileriyle arkadaşlık ederek geçirir. Bazen alır başını gider, dağlarda kaybolur, ölümün eşiğinden döner. Bir fahişeyle sevgili olur, aylarca kadının parasını yer, o parayla spor araba alır, kadınla kavga edince arabayı yolun ortasında kenara çekip alır başını gider. Sonunda arkadaşları ya şehri terkeder, ya da ölürler. Knoxville’deki kentsel dönüşüm süreci koca koca mahalleleri yok ederken Suttree orada işinin kalmadığını anlayıp başka diyarlara yol alır.
Sonraki dört romanında şehrin sınırlarını değil, medeniyetin sınırlarını aşmaya karar verir McCarthy; Blood Meridian’da ailesini terk eden ve yolu bir eşkıya çetesiyle kesişen bir çocuğun insanlığın her anlamıyla sınırlarını aşan, inanılmaz bir vahşet rotasından geçen hikayesini izleriz – karakterlerin medeniyetten kaçışı, romanın her yerindedir. Onları kahraman olarak karşılayan şehirlerden kovulurlar. Meksika hükümeti için çalışırken orduyla çatışırlar. Sonunda dümdüz eşkıyalığa soyunurlar. Çete yerlilerce paramparça edildikten sonra hayatta kalanlardan Toadvine, manidar bir yorumda bulunur:
“You wouldnt think that a man would run plumb out of country out here, would ye?”[iv]
Hakikaten de Cormac McCarthy’nin karakterleri, “yersiz” kalan, kendilerini her anlamda sınırlara ve ötesine çekilmiş bulan, normal insanlar arasında yer edinemeyen karakterlerdir. Sonraki üç romanını kapsayan Sınır Üçlemesi’nde de özgür, hudutsuz kovboyluk hayatına devam edebilmek, yahut adını koyamadıkları içgüdülerini tatmin etmek için bu sefer somut bir sınırı, ABD sınırını aşan gençlerin hikayelerini takip ederiz. Normal yaşam yakalarından düşmemektedir – çiftlikleri batar ve satılır, yahut federal hükümet nükleer deney yapmak için el koyar. Hayatlarına devam edebilmek için medeniyetsiz yerlere yol almak dışında çareleri yoktur.
Sonraki iki romanında bu “sınırı” farklı biçimlerde ele alır yazar – No Country For Old Men’de mevzubahis sınırın ötesi, hem tuhaf, anlaşılmaz suçlarla, hem de Meksika’dan ABD’ye sızan uyuşturucuyla bizzat sınırı kendisi aşmaktadır. Şerif Ed Tom, sınırın içinde kalmaya çalışır – diğer ana karakter Llewelyn Moss ise istediğini yapabileceği, zengin, özgür bir hayat uğruna sınırı (yine her anlamda – kartel komplolarına karışarak ve hayatta kalmak için Meksika’ya kaçarak) aşar ve karşılığında ölür. Daha kitabın ilk sayfalarında bu Şerif’in monoloğunda sezilebilir:
“But there is another view of the world out there and other eyes to see it and that’s where this is goin. It has done brought me to a place in my life I would not of thought I’d of come to … I think it is more like what you are willin to become. And I think a man would have to put his soul at hazard. And I wont do that. I think now that maybe I never would.”[v]
Sonraki romanı The Road’ta ise bütün dünya sebepsiz bir kıyamet senaryosu sonrası sınırın ötesine itilir, ve ana karakterler, bir baba ve oğlu, bütün bunlara rağmen “ateşi”, belki medeniyeti, belki de temel insani duyguları korumaya, taşımaya çalışırlar. Son iki eserine, hem görece yeni çıktıklarından dolayı spoiler sayılabileceğinden, hem de açıkçası artık üşendiğimden değinmeyeceğim. Sanıyorum (umuyorum okuyun) yazarın eserlerindeki bu ortak temayı hakkıyla ele alabilmişimdir. Olmadıysa da artık yapacak bir şey yok.
Yazıyı başladığımız gibi bitirmek için yazarın hikayesinin sonuna dönecek olursak, sınır ötesini, insan deneyiminin uçlarını arayan ve inceleyen bu yazar, son günlerini nasıl geçirdi diye sorabiliriz sanırım. Kaderin cilvesidir ki eserleri anaakımlaştıktan sonra hayatı da anaakımlaşan yazar, Teksas, Santa Fe’ye taşınır ve burada Santa Fe Enstitüsü’nün sayısalcı olmayan nadir üyelerinden biri olur. Kazandığı dehşet paralarla kendine lüks bir ev yaptırır (evin önemli bir kısmını bizzat kendisi tasarlamıştır). Koleksiyonculuğa, hatta bildiğiniz istifçiliğe başlar – öldüğü vakit (makaleyi yanlış okumadıysam) onbeş tane spor arabası olan yazarın evini incelemeye gelen akademisyenler, içeride yaklaşık 20.000 kitap, onüç ayrı Moby Dick baskısı, yüzlerce ceket, yüzlerce paketi bile açılmamış ucuz tuhafiye eşyası ve onlarca kovboy çizmesi bulurlar[vi]. Evdeki eşyaların kataloglanma süreci, anladığım kadarıyla halen sürmektedir.
Tabii bütün bunlar yazarın son yıllarını mutlu geçirmesine fayda etmiş midir, tartışılır. Son sözleri yazarın hayatında, eserlerinde ve imajında her anlamda çarpıcı bir etki bırakmış olan Augusta Britt’ten alalım:
“Santa Fe tanıdığım Cormac’i öldürdü. Şan, şöhret, mal mülk ve janti, yapay arkadaşlıklar kazandı. Jimmy Long (J-Bone) ve Billy Kidwell gibi eski arkadaşlarına sırtını çevirdi. Unutulmuş ve yalnız biçimde ölüme terk edildiler. Şefkat ve iyiliğinin çoğunu yitirdi. Enstitüdekiler daha çok vaktini aldıkça yazmakta zorlanmaya başladı. Yazamadı. Nasıl yazsın ki? Ona ilham veren şeyleri boğmuş ya da öldürmüştü. Son romanı için aldığı avansı harcamıştı ve romanı bitirmekle yükümlüydü. Son yıllarında yine içmeye başlamıştı. Muhteşem bir şaşaa içinde yaşıyor ve hiçbirinden zevk almıyordu. Bir ömürlük çerçöple çevrili. Pişman.”[vii]
Yazar: Tüphane @ulahhavasi
[i]https://www.smithsonianmag.com/arts-culture/two-years-cormac-mccarthys-death-rare-access-to-personal-library-reveals-man-behind-myth-180987150/
[ii]https://www.vanityfair.com/style/story/cormac-mccarthy-secret-muse-exclusive?srsltid=AfmBOoo5aKjkHyldKJqYgdGkOAMxjEkNup1iaR9zFjTkRfNMFOHy1N4F
[iii] The Orchard Keeper, Part II, Chapter 1.
[iv] Blood Meridian Or The Evening Redness in the West, Chapter XX.
[v] No Country For Old Men, Chapter I.
[vi]https://www.smithsonianmag.com/arts-culture/two-years-cormac-mccarthys-death-rare-access-to-personal-library-reveals-man-behind-myth-180987150/
[vii]https://www.vanityfair.com/style/story/cormac-mccarthy-secret-muse-exclusive?srsltid=AfmBOoo5aKjkHyldKJqYgdGkOAMxjEkNup1iaR9zFjTkRfNMFOHy1N4F