“Taşınabilir Rezalet”
Türk Şiirinde Woke Eğilimler, Düşük IQ ve Kötü Şiir Mücadelesi: Yasemin Çargıt Örneği Üzerinden İnceleme ve Öneriler
“Sözde şairin solculuk maskesiyle örttüğü sanatsal ve ahlaki rezillikler, Türk şiirinin çöküşünü de anlamamıza vesile oluyor.
Öz, Bazı Sorular ve Çağdaş Şiirin Çöküşü
En son ne zaman bir şiir okudunuz? Ya da soruyu biraz daha daraltalım: En son ne zaman yaşayan, güncel bir Türk şairinin şiirini okudunuz? Muhtemelen şiir size de artık uzak bir kavram gibi geliyor, değil mi? Birkaç büyük yaşayan isim haricinde günümüz şiiri, belki sizin de zihninizde hiçbir şey canlandırmıyor. Belki size gore şiir çoktan öldü; modern şiir, tıpkı çağdaş sanat gibi, anlamsız kelimelerin rastgele bir araya geldiği, kulağa da göze de hitap etmeyen, ne dediği ve ne idüğü belirsiz bir kelime yığınından ibaret. Hatta bazılarınız İkinci Yeni’den beri şiirin hiç ilerlemediğini, tam aksine giderek çöktüğünü düşünüyor olabilirsiniz. Teknolojiyle birlikte hemen her alanda ilerleme ve gelişme beklerken, modern sanat ve şiirin böylesine gerilemesi size de tuhaf gelmiyor mu? Ama durun, biraz daha yakından bakalım bu konuya: Acaba bir yerlerde çok iyi şairler, gerçekten çok iyi şiirler yazıyor da biz bunlardan bihaber mi kalıyoruz? Sosyal medya, yayınevleri, edebiyat dergileri ve medya organları, bilinçli olarak ya da çeşitli politik sebeplerle, vasatın bile altında rezil şiirler yazan bazı isimleri ön plana çıkarıyor olabilir mi?
Siz cevap vermeden ben söyleyeyim: “Olabilir” değil, kesinlikle öyle.
Bu yazının konusu olan 2000 doğumlu tecavüz savunucusu ve üniversite öğrencisi woke “şair” Yasemin Çargıt da tam olarak bu bilinçli olarak öne çıkarılan, şiiri yozlaştıran ve gerçek yetenekleri gölgeleyen örneklerden yalnızca biri. Biz bu yazıda yalnızca onu inceleyecek olsak da şiir camiasında onun gibi onlarcası, hatta yüzlercesi var. Medya, sosyal medya, yayınevleri ve çeşitli edebiyat mecralarının desteği yetmezmiş gibi bir de X platformundaki skandallarla gündemdeki yerini sabitleştirme çabası veren Çargıt, günümüz Türk şiirinin neden bu kadar çirkin ve soysuz göründüğüne dair açık bir kanıt. İsterseniz Yasemin Çargıt örneği üzerinden güncel şiirin neden böyle çorak bir algıya mahkûm edildiğini daha yakından inceleyelim. Yasemin Çargıt, woke ve yeni-sol (bir diğer ifadeyle cahil ve reaksiyoner sol) ideolojisini şiir kılıfıyla pazarlayan, “sanatını” ideolojik propaganda aracına dönüştüren, sosyal medyada linç ve iptal kültürünü benimseyerek insanları hedef gösteren, çelişkili söylemleriyle ikiyüzlülüğünü kanıtlayan, feminist söylemlerine rağmen tecavüz faillerini savunması ve mağdurları suçlaması ile bilinen bir figüran. Böyle korkunç bir figürinin daha bu yaşta şiirleri ve kitaplarının çeşitli dergilerde yayımlanması, hatta çeşitli mecralarda bu şiir ve kitaba övgüler yağdırılmış olması sanatta woke eğilimler, düşük IQ ve kötü şiir yazmak üzerine konuşmamızı gerektiriyor.
I. Giriş Yerine: Estetik-Olan’ın İdeolojik-Olan’daki Ölümü
“Woke kültürü” terimi, toplumsal adaletsizliklere karşı yüksek hassasiyeti ifade eden, özellikle cinsiyetçilik, ırkçılık, LGBT+ hakları gibi konularda duyarlılığıyla bilinen tutumu tanımlar. Bu kültürün etkisiyle ortaya çıkan “iptal kültürü” ise, uygunsuz veya kırıcı bulunan söylem ve davranışların kamuoyu baskısıyla cezalandırılması, farklı düşüncelere sahip kişilerin işini kaybetmesi, eserlerinin yasaklanması ya da sosyal çevreden dışlanması şeklinde tezahür edebiliyor. Günümüz sanat dünyasında da estetik değerlerin ve sanatsal özgünlüğün yerini giderek ideolojik ajandalar alıyor.
Woke ve iptal kültürü, sanatın tarafsızlığına ve bağımsızlığına darbe vurarak onu toplumsal meselelerin taşıyıcısı haline getirmeye çalışıyor ve bu doğrultuda, sanatın niteliğine bakmaksızın sanatçıları iptal edebiliyor. Bunun en güncel örneklerinden biri de woke ve iptal kültürü yüzünden sözleşmesi feshedilen, şiirleri ve söyleşileri yayımdan kaldırılan benim. Yasemin Çargıt, bu süreçte mücadele etmek zorunda kaldığım en tacizkâr isimlerden biri oldu. Uğradığım taciz süreciyle ilgili mağdur suçlayıcı yorumlar yapmakla kalmayıp sırf failin Kürt olması sebebiyle beni hedef gösterdi, masumiyet karinesini hiçe saydı ve meşru savunmayı itibarsızlaştırdı. Sürecin sonunda, failin etnik kimliği üzerinden yaptığı tüm bu yaklaşımlar başka kadın şairler tarafından da fark edildi.
İlk bakışta sanatın daha bilinçli, kapsayıcı ve ayrımcılık karşıtı olması amacını güttüğünü iddia eden bu yaklaşım, gerçekte sanata telkin edilen ideolojik bağnazlık nedeniyle onun özündeki güzellik arayışını boğuyor. Sanatçılar, eserlerinin estetik niteliklerinden çok sahip oldukları politik görüşlerle ve siyasi desteklerle değerlendiriliyor. Bu da çoğu zaman sanat eserlerinin sanatsal başarısını gölgede bırakarak onların salt propaganda aracına dönüşmesine yol açıyor. Özellikle woke kültürüne özgü estetik anlayış, klasik anlamda güzelliğe ve ustalığa meydan okur bir halde. Bu bağlamda, Harrison Pitt tarafından yazılmış ve The European Conservative’de yayımlanmış olan “The Blobby Woke Aesthetic: A Harbinger of Decline” isimli makale mutlaka okunmalıdır. Yazar, woke tarzının, çirkinliğin ve vasatlığın hüküm sürdüğü hayali bir geleceğe yapılmış bayat bir övgü gibi olduğunu belirtiyor. Sonuç olarak sanatta kalite ve derinlik önemini yitirirken, eserlerin ideolojik doğruluğu ya da güncel hassasiyetlere uygunluğu ön plana çıkarılıyor. Gerçek sanatsal değer geri plana itiliyor; estetik mükemmellik ise ayrıcalık veya elitizm sayılıp küçümseniyor. Sanat bir anlamda kendi kendini sansürleyen, güzellikten korkan bir hale bürünüyor.
Sanatın bu hale gelmesi elbette tesadüf değil; postmodernizm adı altında başlayan kuralsızlık, disiplin ve değer tanımazlık süreci bugün meyvelerini veriyor. 20. yüzyılın başlarından itibaren Duchamp gibi isimlerin öncülük ettiği Dada ve kavramsal sanat akımları, sanatın geleneksel tüm ölçütlerini alay konusu etti. Marcel Duchamp 1917’de bir pisuvarı ters çevirip sergilediğinde ve buna “Çeşme” adını verdiğinde, aslında şunu demeye getirdi: “Bir sanatçı sıradan bir objeyi ‘seçtiği’anda o obje sanat eserine dönüşür.” Gerçekten de Duchamp “Basit bir nesne, sanatçının tercihiyle bir sanat eserinin asaletine yükseltilebilir” diyerek bunu açıkça ifade etmişti.
Bu zihniyet, sanatçıyı bir zanaat ustası olmaktan çıkarıp bir nevi sahte peygamber konumuna getirdi– çünkü artık mühim olan eser değil, sanatçının kendi keyfî beyanı (bu “keyfi beyan” size bir yerden tanıdık geliyor mu?) oldu. Sanatın yüzyıllardır bağlı olduğu estetik ideal, zanaat becerisi ve anlam derinliği gibi kavramlar bir kenara atıldı. Herhangi bir şey “sanat” olabilir, yeter ki bir sanatçı öyle ilan etsin! Hatta beyan sormak bile kişiyi ikili sistemde düşünmeye ittiğinden şiddet olabilir!
Böylece sanat, kendi özüyle çelişen bir biçimde yozlaştırılmaya başladı. Geleneksel güzel sanatların (resim, heykel, mimari) yerine şok değeri yüksek provokasyonlar, anlamsız performanslar ve kitleyi aptal yerine koyan oyunlar geçti. Yozlaşma kelimesi abartı değil: Bir gözlemci bu süreci “geleneksel Batı sanatının kutsalının kirletilmesi” olarak tanımlıyor . Ortaya çıkan sonuç tam olarak budur – sanat artık kutsal saydığı değerleri (güzelliği, ruhu, yüksek idealleri) korumak yerine onlara sırt çeviriyor. Postmodern teori, “her şey anlamdır, ortada evrensel bir değer yoktur” iddiasıyla sanatçılara sınırsız özgürlük vaat etmişti. Ancak bunun pratiğe yansıması, sanat adına üretilen her şeyin değersizleşmesi oldu. Çünkü değerli olanla değersiz olan arasındaki çizgi silindiğinde, gerçekten değer yaratmak da imkânsızlaşıyor. Sonuçta çağdaş sanat diye önümüze konan manzaranın önemli bir kısmı, soysuzlaşmış (asil değerlerinden koparılmış) bir karmaşa halinde. Bir yanda politik doğruculuğun dikte ettiği sıkıcı, didaktik işler; öte yanda şok edip manşet olmaktan başka hedefi olmayan bayağılıklar… Hepsi aynı kültürel enkazın parçaları. Halbuki geçmişte sanat, insan ruhunu yüceltme, güzelliği arama ve anlam yaratma misyonuna sahipti.
Örneğin filozof Roger Scruton, “Gerçek sanat insanın yüksek tabiatına hitap eder; ahlaki ve manevi bir düzenin varlığını onaylama çabasıdır” diye yazar. Bugünün sözde sanatında ise yüksek bir manevi ülkü aramak boşuna. Aksine, varolan tüm ahlaki veya estetik değerleri alaşağı etmeyi marifet sayan, nihilist bir yaklaşım hâkim. Bu anlayış yüzünden sanat, toplum nezdinde saygınlığını yitiriyor; kitleler “madem her yapılan sanat diye yutturulabilir, o halde sanat denilen şey palavradan ibaret” noktasına geliyor. Sanatın aslında kendine özgü bir yüceliği, anlamı olduğuna dair inanç zayıflıyor. Sanatı sanattan soğutan bir döngü bu. Ancak, Yasemin Çargıt gibi yeteneksiz insanlara da böylelikle alan açılmış oluyor.
II. Taşınabilir Rezalet ve Çirkinlikte Biçimlenen Yasemin
Şimdi en başa dönelim ve bu yazının konusu olan Yasemin Çargıt’ı hatırlayalım. Başlamadan önce belirtmek isterim ki havalar ısındığında krallar hep Meksika’ya uçar. Suyum biraz ısındığında ben hep Meksika’dan söz ederim. Hayır çöle falan gönderme yapmaya çalışmıyorum. Büyük Sahra demiyorum, Atakama diyorum Atakama. Bir gün kelebekleri öldürmenin de cezası olacak hayvan hakları yasası meclisten geçer geçmez. Bütün koyunların katili İbrahim’e çok ağır cezalar vereceğiz… Bu cümleleri okurken oldukça zorlandığınızı, hatta bir an için “Delirdi mi acaba?” diye düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum! Merak etmeyin, bunlar mobil oyun NSS’teki röportajlardan alınmadı. Az önce bir Yasemin Çargıt “şiiri” okudunuz! İşte tam da bu yüzden solculuk, düşük IQ ve kötü şiir arasındaki ilişkiyi konuşmak gerekiyor.
Sanatın değersizleşmesinin bir diğer ayağı da, toplumun genelinde sanata yönelik algı seviyesinin düşmesi. Zihinsel olara yüzeyselleşen, sorgulama yetisi zayıflayan bir okur kitlesi, önüne konan her saçmalığı şiir diye yutmaya hazır hale geliyor. Eleştirel düşünceden uzak, kültürel birikimi zayıf okur kitlesi sayesinde en anlamsız, en saçma metin bile ciddi bir şiir muamelesi görebiliyor. Postmodern akımlarla beraber ortaya çıkan ve bugün de woke ideolojiyle körüklenen bu sorun, aslında her şeyin sanat olarak kabul edilmesi yönündeki anlayış. Artık hiçbir şey için “Bu sanat değildir” denmiyor; denemiyor. Zira sanatın sınırlarını çizmek, bir şeyin sanat olup olmadığına dair kriter koymak, elitist veya baskıcı bulunuyor. Bu sınırsız serbesti ortamında, herhangi bir obje, eylem ya da fikir rahatça sanat etiketiyle sunulabiliyor. Başta kulağa hoş gelen bu özgürlük, aslında sanat kavramının içinin boşalmasına neden oluyor.
Düşünün: Yasemin Çargıt bile, “Mutfakta oturalım, ocağın üstünde sanat filmini sanat filmi yapacak bir çaydanlık otursun” diyor, bir sürü insan buna şiir muamelesi yapıyor ve bunu savunan sözde eleştirmenler bile türüyor. Yasemin Çargıt ve türevleri, tam anlamıyla “Kral Çıplak” hikayesinin şiir camiasındaki izdüşümü. Herkes aslında ortada bir saçmalık olduğununu çok iyi farkında, fakat hiç kimse itiraf edip “Bu ne rezalet?” demeye cesaret edemiyor, çünkü postmodern jargonla büyülenmiş kalabalığın arasında cahil konumuna düşmekten korkuyor, olmayan bir derinliği anladıklarını iddia ediyorlar. Bu da sahtekâr ruhlu, yaratıcılıktan nasipsiz Çargıt gibilerinin işine geliyor. En ufak bir estetik değeri olmayan, hiçbir emek barındırmayan garip kelime çöplükleri, entelektüel birer felaket olarak sadece lafta büyük anlamlar yüklenerek şiir diye önümüze konuyor. Maalesef geniş bir kesim de kralın aslında çıplak olduğunu göremeyecek kadar hipnotize olmuş durumda.
Sonuçta “her şeyin sanat sayılması” trendi, ciddi bir değersizleştirme yaratmış durumda. Sanat piyasasında artık iyiyi kötüden ayırmak neredeyse imkânsızlaşıyor; bu da gerçekten yetenekli ve yaratıcı sanatçıların görünürlüğünü azaltıyor. Onların eserleri de, woke ideolojisine bağlı iptal kültürü cehennemine düşmekten kurtulacak kadar şanslı olsalar bile, çöplüğe dönmüş bir ortamda kaybolup gidiyor.
Peki şunu hiç düşündünüz mü: “Yasemin Çargıt, böyle rezillikleri yazdıktan sonra nasıl oluyor da şairmiş gibi pohpohlanıyor? Bu nitelikleri nereden devşiriyor?” Yani neden ona dürüst bir şekilde “Bu ne rezillik Yasemin? Bir daha eline kalem alma!” demek yerine, “Bunlar ne güzel şiirler!” diye yalan söyleniyor ve bu kadın kendisinin şair olduğuna inandırılıyor? Bu kişi nasıl oluyor da şiir dünyasında kendine bir yer edinebiliyor? Cevabı çok basit: Tabii ki politik sebeplerden dolayı! Çargıt, edebi yetenek veya sanatsal deha sayesinde değil, belli ideolojik çevreler tarafından bilinçli olarak desteklenerek, eleştirilemez ve dokunulamaz bir figürin haline getiriyor.
Gerçek şu ki, Çargıt’ın şiirleri, edebiyatın estetik ve anlam derinliği taşıyan doğasından tamamen uzak, yüzeysel, dağınık ve sanatsal kaygılardan yoksun metinlerden oluşuyor. Ancak şiirlerinin edebi açıdan bir anlam ifade etmemesi, onu popülerleşmekten alıkoymuyor. Çünkü Çargıt, belirli bir ideolojik gruba ait olmanın getirdiği dokunulmazlık zırhına sahip.
Bu zırh, onu eleştiriden koruyan ve her türlü entelektüel sorgulamayı “düşmanlık” olarak gösteren bir sistem tarafından inşa edilmiş durumda. Sanatsal yeteneği ve edebi değeri, tıpkı ahlaki kariyeri gibi sorgulanamayacak kadar düşük olan Çargıt, yalnızca ideolojik çevreler ve woke ajandası tarafından desteklendiği için gündemde tutuluyor. Edebiyatı ve şiiri, politik doğruculuğun bir aracına dönüştüren bu yaklaşım, vasat ve içi boş metinleri büyük bir sanatsal başarı gibi sunarak gerçek sanatın değerini ayaklar altına alıyor.
Ancak sorun yalnızca şiirleriyle sınırlı değil. Çargıt’ın kişisel tutarsızlıkları, sosyal medya linç kültürünü körükleyen tavırları ve ahlaki çifte standartları, onu sadece kötü bir şair değil, aynı zamanda etik açıdan insanlığı sorgulanması gereken bir figürin haline getiriyor. Taciz suçlamalarında feminist söylemlerini bir kenara bırakıp failin yanında saf tutması, bunun en net örneklerinden biri. Normalde “mağdurun beyanı esastır” diyerek her taciz iddiasına sorgusuz sualsiz destek veren, faille empati yapılmayacağını, faile mikrofon uzatılmayacağını, ve daha da önemlisi mağdurun “suçlarının” (?) ve meşru savunma nitelikli fiillerinin tartışmaya açılmasının ölüm cezasına çarptırılacak bir günah olduğunu savunan woke aktivizmi, konu kendi ideolojik çevresinden birine gelince aniden suskunlaşıyor.
Çargıt’ın benim olayımda sergilediği tutum da tam olarak bu: Eğer fail “doğru” etnik gruptan geliyorsa, mağdurların sesi kısılabilir, hatta fail bir anda “mağdur” sıfatını kazanır, çünkü bu “doğru” grup için kategorik olarak fail olmak değil ancak mağdur olmak mümkündür. Çargıt’ın tam da bu düşünce yapısına sahip olduğunu, X hesabında sergilediği Yılmaz Güney hayranlığından da anlayabiliyoruz. Feminist kimliğini her fırsatta ön plana çıkarırken, belirli etnik ya da ideolojik gruplardan gelen tacizcileri koruma altına alması, onun ne kadar samimiyetsiz bir figürin olduğunu kanıtlıyor.
Bununla da bitmiyor. Çargıt, sosyal medyada etik ve ahlak üzerine ahkâm keserken kendisi bu kurallara uymayan bir figürin olmaktan asla çekinmiyor. Veganlığı savunurken, et yiyen insanlara saldırırken, bir sosyal bilimler akademisyenini (kıymetli hocamı daha fazla hedef haline getirmemek için ismini anmayacağım) “et doğrarken” yakaladığı için hedef gösterirken, kendi paylaşımlarında peynirli börek yaparken görüntülenmesi, onun en büyük çelişkilerinden biri. Eğer veganlık bu kadar önemliyse ve hayvansal gıda tüketmek ahlaksızlıksa, o zaman neden kendisi bu kurala uymuyor? Eğer uymuyorsa, başkalarını neden bu kadar sert bir şekilde eleştiriyor? Burada ortaya çıkan şey yalnızca ikiyüzlülük değil, aynı zamanda kendini “etik otorite” ilan etmiş bir figürinin, gerçekte tamamen kuralsız ve tutarsız hareket ettiğini gösteriyor.
Buna ek olarak, entelektüel birikimi de büyük ölçüde sorgulanabilir bir seviyede. Şahsın zaten Hacettepe Üniversitesi’nde zar zor sosyoloji okumaya çalıştığı bilinmekte. Çargıt’ın, hakkında hiçbir bilgisinin olmadığı felsefecileri hedef göstererek linç etmeye çalışması ve “Bu kim?” diye soran arkadaşına (açıkça adıyla söyleyelim, tıpkı Çargıt gibi politik ajandalar sayesinde parlatılmış şairlerden biri olan Sena Türkmen) “Bilmiyorum ama ünlü bir felsefeciymiş, erkek diye linç ettik işte :D” minvalinde cevap vermesi, onun ne kadar bilinçsiz, yüzeysel ve sorumsuz bir figürin olduğunu gözler önüne seriyor. Normalde akademik ya da entelektüel dünyada bir insanın eleştirdiği konuyu bilmesi, savunduğu fikirleri sağlam temellere dayandırması beklenir. Ancak Çargıt’ın tavrı, tamamen sosyal medya linç kültürü üzerinden şekillenmiş bir figürine işaret ediyor. Eleştiri, araştırma, bilgi edinme gibi kaygılardan uzak bir şekilde, sadece belirli bir grubun onayını kazanmak için yapılan bu tür saldırılar, onun entelektüel seviyesini bize gösteriyor.
Üstelik Çargıt’ın ideolojik nefreti ve alaycılığı yalnızca bireylere değil, toplumun geniş kesimlerine yönelik. Türkçülerle, milliyetçilerle, askerlerle alay etmesi, Türk kimliğini küçümsemesi, Türk edebiyatı terimini bile kullanmaktan inatla imtina etmesi, onun bilinçli bir şekilde bir ideolojik savaş yürüttüğünü gösteriyor. Üstelik, 1980 darbesinden bu yana ilk kez Türkiye’de bir siyasi parti başkanı tutuklanırken, Çargıt bu olayla bile alay etmeyi tercih etti. Bir hukuk skandalı ya da demokratik bir sorun olarak değerlendirilmesi gereken bir durumda bile, ideolojik nefreti ve yüzeysel yaklaşımı nedeniyle meselenin ciddiyetini kavrayamadan alaycı bir tavır sergiledi. Bu, yalnızca onun demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne olan saygısızlığını değil, aynı zamanda barbarca ve ilkesiz bir düşünce yapısına sahip olduğunu da açıkça gösteriyor. Hukuki sürecin siyasi boyutlarını analiz etmek yerine, olayın yalnızca kendisine politik rant sağlayacak yanına odaklanarak, demokratik değerlere olan umursamazlığını bir kez daha kanıtlıyor.
Peki, ben size Yasemin Çargıt’ın bu rezilliklerini neden tek tek anlatıyorum? Amacım, onun şahsını ve karaktersizliğini basit bir şekilde eleştirmek mi? Elbette hayır! Burada mesele, sadece bireysel bir ikiyüzlülüğü, ahlaki çöküşü ya da entelektüel sefaletini ifşa etmek değil. Asıl mesele, Çargıt’ın bu rezilliklerinin ona şiir camiasına giden altın kapıları açıyor olması. Onun ahlaki çelişkileri, politik ikiyüzlülüğü ve yüzeysel sanatı, belli ideolojik çevreler tarafından ödüllendiriliyor ve bu ödüllendirme mekanizması, Türk şiirinin çöküşünün en bariz kanıtlarından biri haline geliyor. Sözde şairin, solculuk ve woke aktivizmi maskesiyle örtmeye çalıştığı sanatsal ve ahlaki yetersizlikler, aslında sadece onun kişisel bir çöküş içinde olduğunu göstermiyor. Aynı zamanda, Türk şiirinin nasıl bir yozlaşma ve çürüme sürecine itildiğini anlamamıza da vesile oluyor. Günümüzde sanatsal derinlik, estetik kaygı, kelime ustalığı ya da duygu yoğunluğu artık bir şiirin değer kazanmasını sağlamıyor. Bunun yerine, edebi anlamda hiçbir değeri olmayan isimler, belirli politik ve ideolojik grupların desteğini alarak sahte bir itibar kazanıyor. Çargıt gibi vasat isimler, şiir sanatını gerçekten icra eden yetenekli insanların önünü keserken, sadece doğru politik görüşleri dile getirdikleri için öne çıkarılıyor ve yüceltiliyorlar.
Bu, Türk edebiyatında son yıllarda hızla yayılan bir kanserdir. Şiirin güzelliği, dili ustalıkla kullanma yeteneği, estetik anlayış ya da güçlü bir sanatsal kimlik artık bir şairin yükselmesi için gerekli unsurlar değil. Bunların yerine, ne kadar ideolojik olduğunuz, ne kadar “doğru” sosyal mesajlar verdiğiniz, hangi gruplar tarafından desteklendiğiniz ve ne kadar militan bir söylem benimsediğiniz önem kazanmış durumda. İşte Çargıt’ın durumu, bu çarpık sistemin en açık örneklerinden biridir. Çargıt’ın şiir camiasında bu kadar rahat bir şekilde parlatılmasının nedeni, onun gerçekten bir şair olması değil, onun belirli çevrelerin ideolojik beklentilerine uygun bir figürin olmasıdır. Onun yükselişi, gerçek edebiyatın ve şiirin gerilemesiyle doğru orantılıdır. Şiir artık sanat için değil, ideolojik bir savaş alanı haline gelmiştir. Çargıt gibi isimler, bu yozlaşmanın ve edebi değersizleşmenin temsilcileri olarak, edebiyatı zehirlemeye devam ediyor.
III. Yasemini Biçimlendiren Çirkinlik
Modern şiir ortamında kapsayıcılık ve çeşitlilik sloganlarıyla hareket edilerek her kesimden insanın, bu arada Kürtlerin ve hatta Lazların, Türkçe şiir yazması ve şiirde temsil edilmesi teşvik ediliyor. Elbette sanatın daha demokratik olması, farklı seslerin Türk şiirinde duyulması olumlu bir hedef. Ancak bu söylemin aşırıya kaçması, sanatta liyakat ve emek kavramlarının değersizleştirilmesine yol açıyor. Sırf “herkesi dahil edelim” diye, eserlerin niteliğine bakılmaksızın her türlü ifadenin sanat payesiyle sunulması yaygınlaştı. Bunu yakın zamanda Sadece Şiir dergisinde, Türk okurların anlayamadığı bilindiği halde yayımlanan ve yayımlanmaya devam eden Kürtçe ve Lazca şiirlerden ve Ecinniler dergisinin açtığı ve her sayısında doldurduğu kadın şair kotasından biliyoruz. (Bu arada Ecinniler dergisinin genel yayın yönetmeni Gökhan Arslan’ın bu woke ajandasının içerisindeki başat isimlerden biri olmasına rağmen bana sırf Alevi olduğum için nefret söyleminde bulunduğu bilgisini de size vermeden geçmeyeyim.) Bu doğrultuda geleneksel olarak yıllarını verip ustalaşmayı gereken şiir disiplini; yerini herhangi bir mesaj veren, hatta şairinde bir azınlık kimlik içeren, teknik beceri barındırmasa da olur türde işlere bırakıyor.
Kapsayıcılık uğruna sanatsal standartların düşürüldüğü açıkça gözleniyor. New York Magazine yazarı Andrew Fisher’ın tespit ettiği üzere son yıllarda “kimlik, kapsayıcılık ve temsil konularında ahlaki bir görev duygusu, yaratıcıların, eleştirmenlerin ve izleyicilerin tartışmalarına hakim oldu. Bir esere sorulan temel soru (çoğu zaman tek soru), onun bu idealleri ne kadar iyi yerine getirdiği oluyor.” Yani bir sanat eserinin değeri, estetik kalitesinden ziyade çeşitlilik ve doğru temsil kriterlerine göre belirlenir hale geldi. Örneğin bir dergiye gönderilen bir şiir değerlendirilirken, “bu şair Kürt mü? Kürt değilse eşcinsel mi? Solcu mu? Marjinal kimliklerin sesini taşıyor mu?” gibi sorular ilk planda soruluyor. Eserin teknik ustalığı, yenilikçiliği veya yaratıcı etkisi ile ikinci plana atılıyor.
Böylelikle de estetik ve emek adeta ayak bağı ilan edilmiş oluyor. Sözcük seçimi becerisi, kompozisyon ustalığı, imge ve müzik dengesi gibi klasik şiir ölçütleri, kapsayıcılık ve iptal kültürü adına önemini yitiriyor. Bir şiire uzun emek vermiş usta bir şair ile alelacele yapılmış mesaj kaygılı bir saçmalık aynı düzlemde değerlendiriliyor.
Bu sürecin bir meyvesi olarak da Yasemin Çargıt gibileri çıkıyor, “Emperyalizmden kurtarmak için resimli alfabeyi, çizgili şeyleri, uzun boylu bir heykeli, Balkanları ve bozuk Türkçeyi, gökkuşaklı her şeyi, uzun mesafe yürüyüşleri dilimledim.” gibi cümle değeri bile oldukça düşük, ancak solcularla takipleşen bir hesabın bir X paylaşımı olarak belki yazılabilecek ve o durumda bile aldığı beğeni sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek bir ifadede bulunuyor, ve kendi beyanıyla bu ifadeye “şiir” diyor. Ancak bu ifade emperyalizmden kurtulmak, gökkuşağı, Balkanlar, bozuk Türkçe gibi unsurlar içerdiği için ne söylediği bile anlaşılmaksızın bunun bir şiir olduğu sanrısı tasvip edilip yaygınlaşıyor. Oysa kedilerle, çaydanlıklarla, gökkuşaklarıyla dolu bu saçma sapan metinler, onun entelektüel sefaletini gözler önüne sermekten başka hiçbir şey yapmıyor.
Sonuç? Sanat üretiminde kalite kontrolü zayıflıyor, vasat eserler “ama şairi Kürt” denilerek yüceltiliyor. Sanatın yüzyıllardır zenginleşen geleneği ve incelikli estetik birikimi, aktivizm ve woke kültürü uğruna harcanıyor. Kapsayıcılık söylemi altında sanatsal mükemmelliğin standartları fiilen ortadan kaldırılıyor. Öte yandan, en başta da vurguladığımız gibi, aslında bir yerlerde gerçekten çok iyi şairler harika şiirler yazıyor olabilir. Ancak woke ideolojisi ve iptal kültürünün, bu yetenekli isimleri gölgede bırakıp bırakmadığı tartışmaya açık bir konu. Benim cevabım ise net: Evet, tam olarak böyle oluyor. Bir şair ne kadar yetenekli olursa olsun, ne kadar güçlü şiirler yazarsa yazsın ve herkes tarafından övgüler alsa bile, eğer ideolojik olarak woke ajandanın dışında kalıyorsa veya kimlik itibarıyla Türk, Sünni, heteroseksüel bir erkekse, bu durum onun gölgede bırakılmasına veya iptal edilmesine yetiyor. Hatta, benim yaşadığım olayda olduğu gibi, şair; Kürt bir sapık tarafından cinsel tacize uğramış bir mağdur olsa bile; bu durum onu iptal edilmesine yetiyor Mağdur, bir Kürde karşı meşru savunma gerçekleştirdiği için “ırkçılıkla” itham ediliyor! Bu duruma düşmüş şairin yayınevi tarafından sözleşmesi feshediliyor, şiirleri ve söyleşileri internet sitelerinden kaldırılıyor ve edebiyat dünyasından tamamen silinmeye çalışılabiliyor. (Halbuki aynı şiirler için Hilmi Yavuz, Haydar Ergülen, Bahadır Bayrıl, Ali Günvar ve Osman Hakan A. gibi usta isimler ve kıymetli hocalarım, “Türkçe şiirinin geleceğine olan umutlarını tazelediğim için” bana yazılı olarak teşekkür etmişti.)
Yine de günümüzde iyice ivmelenen woke kültürü, her koşul ve durumda marjinal azınlığın bir üyesi olan tarafın yanında yer alıyor ve ona karşı olanı, mağdur bile olsa, iptal ediyor. Eğer fail, woke ideolojisine uygun bir kimlikten geliyorsa, mağdurun kim olduğunun hiçbir önemi kalmıyor; o kişi anında susturuluyor, itibarsızlaştırılıyor ve sanat dünyasından dışlanıyor. Böyle bir sistemde artık sanatın kalitesi ya da derinliği değil, sanatçının kim olduğu ve politik olarak nerede durduğu belirleyici hale geliyor. Bu da yalnızca bireysel haksızlıkları değil, edebiyat ve sanat dünyasında büyük bir çürümeyi gözler önüne seriyor. Bu şartlar gerçekleşiyorsa kimse hukuku da önemsemiyor. Mesela, Eftelya Koyuncu isimli şahıs ve bu şahıs ile iltisaklı olan Mevzular Derin Fanzin ve Polemik Yayınları bu kültürün içerisinde iptal edilmiyor! Halbuki, Eftelya Koyuncu’nun bölücü terör örgütü PKK’ya açıkça sempati duyduğu ve bu örgütün televizyon kanalında “Kadınların (sözde) Kürdistan ziyareti” başlıklı bir konuşma yaptığı herkes tarafından biliniyor. Ancak bu kişi, benim yaşadığım durumda olduğu gibi iptal edilmek bir yana, tam tersine göklere çıkarılıyor. Öte yandan, ben kendi davamı kazanmış olmama rağmen, bana saldıran cinsel saldırgan (Feridun Balaban) hakkında on iki yıl hapis cezası istemiyle dava açılmış ve yakalama kararı çıkarılmış olmasına rağmen (şahıs şu anda hukuka aykırı bir şekilde Birleşik Krallık’a kaçmış durumda), kimse bununla ilgilenmiyor, kimse benden özür dilemiyor. Çünkü gerçekler, onların umursadığı şeyler değil.
Onlar için önemli olan, cinsel saldırı faili Feridun’un Kürt, Alevi ve Eşcinsel olması. Bu kimlikler, onun suçlarını görmezden gelmeye, beni ise yalnızca onun saldırısına karşı meşru müdafaa hakkımı kullandığım için “ırkçı” ilan etmeye yetiyor. Sonuç olarak, woke iptal kültürü tarafından hedef alınıyorum, edebiyat çevrelerinden dışlanıyor, şiirlerim yayımdan kaldırılıyor, benimle aynı platformda bulunmak istemediğini ilan eden sözde şairler ortaya çıkıyor. Gerçek suçlular korunurken, mağdurlar yalnızca ideolojik kalıplara uymadıkları için cezalandırılıyor.
Bu süreçte bu eylemleri gerçekleştirenlerin, dergilerin, “yayınevlerinin” ve sözde “şairlerin” elindeki en güçlü kalkanlardan biri, ırkçılık ve faşizm karşıtlığı gibi çeşitli toplumsal refleksler. Kimse elbette ırkçılığı veya faşizmi savunmak istemiyor ancak woke zihniyet bu meşru ideolojik duyarlılıkları da maalesef kendi amaçları için araçsallaştırıyor. Benim durumumda beni savunmak isteyenler, benim aslında masum olduğumu ifade etmeye çalışanlar ve hatta masum olmasaydım bile önemli olanın şiir olduğunu söylemeye çalışanlar, ve hatta benimle sosyal medya üzerinden takipleşmeye devam edenler ve/ya benim bulunduğum platformlardan şiirlerini kaldırmayanlar bile hemen gerici, ırkçı, faşizm sempatizanı ilan edilerek susturuluyor. Böylece eleştiri mekanizması baltalanıyor; kimse korkudan ses çıkaramıyor. Woke ideolojisi, anti-ırkçılık ve anti-faşizm gibi çeşitli etik duruşları kullanarak sanat alanında dokunulmazlık kazanmış durumda. Bu tür taktiklerle her türlü sanatsal tartışma kimlik eksenine çekiliyor ve mantıklı argümanlar boğuluyor. Eğer eser “ezilen bir grubun deneyimini” anlatıyorsa, artık onu sanatsal ölçütlerle değerlendirmek neredeyse imkansız. Bu durum, iyi niyetle başlayan ırkçılığa karşı sanat açılımının araçsallaştırılmasından başka bir şey değil.
Tüm bunların sonucunda sanat, özgür bir ifade alanı olmaktan çıkıp otoriter bir dogma alanına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya. Woke ideolojisi adına sanatın her köşesine müdahale edenler, aslında sanatın ruhunu öldürüyorlar. Çünkü sanat dayatmayla, korkuyla, ithamla gelişemez. Sanatın doğası, sorgulamaya ve eleştiriye açık olmaktır. Oysa bugün pek çok sanat kurumunda tek doğru, woke doğrusu; tek estetik, woke estetiği haline gelmiş durumda. Bu iklim de sanatı zenginleştirmiyor, tam tersine çoraklaştırıyor.
IV. Çirkinlik Teorisinde Çağdaş Açılımlar ve “Fetişimsellik”
Hatta süreçte daha da korkunç gelişmeler yaşandı. Sosyal medyanın açık kaynak niteliğini fırsat bilen bazı woke aktivistleri, “şiir dergisi kuruyoruz” adı altında bazı amatör yapılanmalara girişti. Başını Çankırı’da üniversite okumaya çalıştığı bilinen matematik öğrencisi Kürt bir şairin çektiği ve ekibinin büyük çoğunluğu Kürt milliyetçisi “şairlerden” oluşan GRAPON KAĞITLARI dergisi, bu yazının da konusu olan Yasemin Çargıt’ı “teori editörü” olarak bünyesine aldı ve böylelikle çirkinlik teorisinde çağdaş açılımlar yaşandı. Bu dergi, özellikle sosyal medyada bana karşı yürütülen kampanya ile el ele ilerledi. “Biz faşist şair yayımlamıyoruz” gibi bir nosyon üzerinden hareket ederek, beni yayımladığı için şiirlerini başka platformlardan çeken sözde şairlerin rezil, değersiz şiirlerini basarak kendine bir dava ve çevre yaratmaya çalıştı. Ancak woke ideolojisinin ve özellikle benim durumumda bana karşı tepki koymanın, cinsel taciz failleri ve tecavüz savunuculuğu ile ne kadar iç içe olduğu da apaçık ortadaydı.
Nitekim, benim ve edebiyat eleştirmeni İbrahim Güçlü Sevimler’in verdiği çabalar sonucunda, Grapon Dergisi ve bu dergide yazan ve çalışan kişilerin nasıl birbiriyle bağlantılı kriminal, suçlu, zincirleme cinsel suç failleri olduğu X platformunda çarşaf çarşaf ifşa edildi. Sonunda derginin editörü, derginin hesabıyla birlikte kendi hesabını da silip ortadan kaybolmak zorunda kaldı.
Oysaki böyle bir sonu beklemeye gerek bile yoktu; bu kişilerin bana karşı yürüttüğü linç kampanyası bile, başlı başına onların nasıl bir potansiyele sahip olduklarını gözler önünde seriyordu. Zira cinsel suç potansiyeline sahip olmayan hiçbir insan, sırf mağdur olan kişi, Kürt bir faile karşı meşru müdafaa yaptığı için onu “ırkçı” ilan edip hedef göstermezdi. Bu tavır, onların karakterlerini ve gerçek niyetlerini en başından beri ortaya koyuyordu ve bu sebeple yapılan ifşalar aslında hiç de şaşırtıcı olmadı. Zaten böyle bir topluluktan başka ne beklenebilirdi?
Bunu söylerken, asıl üzerinde durmak istediğim nokta şu, “yasemini biçimlendiren çirkinlik” dediğim güncel Türk şiiri yapılanmasında (veya bataklığında), mesela Grapon Kağıtları Dergisi gibi bir yapının, kendini eşcinsel, Kürt, Alevi ya da aklıma bile gelmeyen başka çeşitli ipe sapa gelmez kimliklere sahip şairler ve yazarlar üzerinden sürekli döndürüp durması. Bu dergide estetik diye bir şeyin kalmadığı; şiirle olan bağın çoktan koparıldığı zaten derginin bir tedhiş eylemi olarak söyleşi kaldırmak gibi korkunçluklarla, tabiri caizse oynaştığı, zaten göz önündeydi. Bunların hepsi; estetik ve emeğin, dildeki inceliğin, yaratıcı kıvılcımın, teknik başarının ayak bağı ilan edilmesi ve kimlik fetişizmine köle olunması geleneğinin özgün bir görünümünden başka bir şey değildi.
Burada bunu izah etmişken özellikle de “kesişimsellik” (veya benim bulduğum ve daha doğru olduğunu düşündüğüm adlandırmayla “fetişimsellik”) üzerine de biraz konuşsak iyi olacak. Çağdaş soldaki “kesişimsellik”, kimlik politikalarının ve sözde ezilmişliklerin birbiriyle kesişiyor olduğu iddiasıyla ortaya saçılan, son derece tartışmalı ancak bir o kadar da furya haline gelmiş şekilde moda bir ideolojik çerçeve. Temelde, farklı azınlık grupların –Kürtler, eşcinseller, travestiler, Aleviler, kadınlar (kadınların neden bir azınlık grubu şeklinde hüküm gördüğü veya böyle hüküm görmesi için çalışıldığını katiyen anlayamamaktayım), ve benzeri diğer gruplar gibi– mücadelelerinin ortak bir paydada buluştuğunu öne sürer. Bu payda ise genellikle “sistemik baskı” ya da “ataerkil kapitalist düzen” gibi muğlak ve her derde deva bir dizi kurgusal düşmandır. Bu ideoloji, 1980’lerde Kimberlé Crenshaw tarafından hukuki bağlamda ortaya atılmış olsa da, zamanla akademik çevrelerden taşarak cahil ve reaksiyoner yeni solun popüler söylemine dönüşmüş, adeta bir seküler din haline gelmiştir. Peki, nedir bu kesişimsellik, veya fetişimsellik, denen şey? Aslında özünde, herkesin mağduriyetini birbiriyle çarpıp toplama vurarak en büyük “ezilmişlik puanını” yakalamaya çalıştığı bir kimlik matematiğinden başka bir şey değil.
Kesişimselliğin özneleri, sahip oldukları azınlık kimliklerini son derece saplantılı, abartılı ve neredeyse erotikleştirilmiş bir takıntı nesnesine dönüştürerek, bu kimliklere atfedilen “ezilmişlik” anlatılarını bir mücadele aracından ziyade adeta sadomazoşistik bir fetiş nesnesine indirger. Bu bağlamda sahip olunan kesişimsel kimlikler, kendi başlarına sahip olabilecekleri anlam veya tarihsel gerçekliğin ötesinde ideolojik bir haz kaynağına dönüşür. Kesişimselliği savunanlar açısından, kimlikleri nedeniyle ötekileştirildikleri, zincirlere vuruldukları, aşağılandıkları, ayrımcılığa uğradıkları ve sistematik bir baskıya maruz kaldıkları düşüncesi, bu sadomazoşistik fantezi dünyasında neredeyse yegane haz kaynağı haline gelir; öyle ki bu kişiler, suratlarına tükürdüğümüzde bile tokat atmamız için yalvaracak şekilde davranır hale gelir. Bu durum, bu kesişimsellik öznelerinin “toplumsal olarak ezilme” olgusuna (veya sanrısına) yönelik gerçek bir rahatsızlık veya eşitlik mücadelesi geliştirmediğini, aksine yaşadıkları mağduriyeti, sahip oldukları “fetişimsel aşağılık duygusunun” ve domine edilme fetişinin onaylanması şeklinde haz verici bir deneyime dönüştürdüklerini göstermektedir.
Mesela, Kürt kimliğini düşünelim: Mesela, Kürtlerin, Türklerden çaldığı Nevruz bayramını kutlarken açtıkları paçavralarla eşcinsellerin onur yürüyüşünde açtıkları gökkuşağı bayrakları nasıl oluyor da eşdeğer hale getiriliyor veya getirilmeye çalışılıyor? Kesişimselliğin savunucuları, bu soruya her iki grubun da “ötekileştirildiğini” veya “baskıya uğradığını” söyleyerek cevap vermeye çalışıyor ancak bu son derece yüzeysel ve indirgemeci bir mağduriyet çorbası çabasından başka bir şey değil. Burada aksine, Kürtler, sözgelimi Kürt olmalarından kaynaklanan sözde mağduriyet, ezilmişlik ve aşağılanma ile artık tatmin olmadıkları için eşcinsellerin uğradığı baskıyı ve ötekileştirmeyi de arzulayıp bu “fetişimsel” küçük düşürülme deneyimine birincil özne olarak sahip olmak istiyorlar. Aktivistler ve sol jargon bağımlıları da Kürt olmayı bu vesileyle bir tür egzotik “öteki” olarak cilalamaya tekrar kapı açmış oluyor; sanki bu kimlik, kendi bağlamından koparılıp bir ortak birine konulmuş, üzerine hayranlıkla bakılacak bir obje haline getirilmeye, “ezilmişliğin kutsal temsilcisi” gibi “Bana da Baran anlattı” müzesinde fetiş nesnesi olarak satılmaya çalışılıyor.
Özetle kesişimsellik, ya da fetişimsellik, kimlikleri ve mağduriyeti bir performans sahnesine çeviriyor. Herkes kendi mağduriyetini sergileyip “en çok ben ezildim” yarışında başrol kapmaya çalışıyor. Bu süreçte, kimlikler artık yaşayan, nefes alan toplumsal gerçeklikler olmaktan çıkıyor, münhasıran küçük burjuvaya hitap eden cahil ve reaksiyoner solun elit kesimlerinin ellerinde, bir tür mastürbasyon malzemesi haline dönüşüyor. Kürt olmaya bağlı somut anayasal hak talepleri, Alevi olmanın omzumuza bindirdiği tarihsel yükün sosyal hayatımızda iyiden iyiye ağırlaşması, ya da kadınların toplumsal hayatın her köşesinde sürekli bilfiil cinsiyet mücadelesi vermesi bile, bu kesişimsel fetişist lensle bakıldığında, ne yazık ki birer politik pornografi sahnesine çevriliyor –izlemesi keyifli olan ama gerçek olmayan. Gerçek hayatta ne oluyor diye soracak olursanız, kadınlar toplumsal hayatta toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle yüzleşiyor, Aleviler olarak biz mezhepsel ayrımcılık yaşıyoruz, azınlıklar kültürel yok sayılma tehlikesi altına girebiliyor ancak bunlar ortak bir baskı sistemi veya herhangi bir sinerji paydasında birleşmiyor. Birleşmeye çalıştığı zaman Kürt siyasi hareketinin gerici, milliyetçi, şeriatçı damarı; kadın hakları ve LGBT mücadelesinin karşısındaki en büyük düşman olarak beliriyor. Böyle olunca da bu kesişimsellikte günün sonunda kesişilen yer, Tim Burton’ın ucube karnavalını çağrıştırıyor.
V. Mücadele veya Çirkinliğin Yapısökümü
Peki bizler bunula nasıl mücadele etmeliyiz?
Türk şiirinde ve genel olarak kültür hayatında, Yasemin Çargıt gibi figürinler aracılığıyla kendini gösteren bu ideoloji, estetik değerleri yok sayarak, liyakati hiçe indirgeyerek ve kimlik politikaları üzerinden bir baskı rejimi kurarak toplumu dönüştürmeye; sanat, edebiyat, hukuk ve toplumsal normlar gibi pek çok alanda derin bir yozlaşmaya yol açmaya çalışıyor. Anlatmış olduğumuz gibi, Çargıt’ın sözde feminist söylemlerine rağmen tecavüz faillerini savunması, mağdurları suçlaması ve etnik kimlikler üzerinden hukuku hiçe sayması bu ideolojinin ahlaki ve hukuki çürümesini gözler önüne sererken bu isim şiir adı altında anlamsız kelime yığınları sunup ideolojik sadakatleri sayesinde övgü topluyor. Peki, kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve inkılaplarına bağlı muhalif gençler olarak bizler bu ideolojiye karşı nerede durmalıyız ve bu rezilliklerle nasıl mücadele etmeliyiz? Öncelikle sanatın yeniden hak ettiği saygınlığa kavuşabilmesi için, bu woke safsatalarından arınması şart. Aksi takdirde duvara bantlanmış muzların, boş tuvallerin, “büyük alkolik balıkların akvaryumunda hareket saati 14.30 olan bir akıntıdan söz ediyor Angelopoulos”ların hüküm sürdüğü; güzelliğin ve dehanın ise sürgün edildiği bir karanlık çağ bizi bekliyor. Buna izin vermemek bizim elimizde: Sanatı gerçekten sevenler, onun yozlaşmasına sessiz kalmamalı. Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, akıl ve bilim temelli bir hukuk devleti olarak, kendisini aşağı çekmek için verilen her türlü çabaya rağmen, bu tür ideolojik yozlaşmalara karşı en büyük güvencemizdir. Woke ideolojisinin dayattığı keyfi cezalandırma, sansür ve kimlik politikalarına karşı, bizler bireylerin eşitliğini, sanatın özgürlüğünü, hukukun üstünlüğünü, anayasal ilkeleri ve adaleti savunmalıyız. Yasemin Çargıt gibi figürinlerin temsil ettiği bu çürümüş yapıya karşı durmak, sadece bir ideolojik mesele değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in kazanımlarını da koruma meselesidir. Bu savaştaAtatürk milliyetçiliği bizim için bir pusula işlevi görecektir.
Bu tür olaylarla mücadele edebilmek için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde etkili stratejiler geliştirmemiz gerekmektedir. Hukuk, Türk şiirindeki ve genel olarak kamuoyundaki woke eğilimlere karşı en güçlü savunma aracımızdır. Yasemin Çargıt gibi figürinlerin sosyal medyada linç kampanyaları düzenlemesi, taciz ve tecavüz savunuculuğu yapması, ideolojik gerekçelerle bir şairin eserlerinin reddedilmesi, siyasi düşünce farklılığına bağlı olarak ayrımcılığa ve nefrete maruz kalınması, kişilerin hedef gösterilerek itibarlarına saldırılması gibi eylemler; dahası, woke ideolojisinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen Kürt siyasi hareketine duyulan sempati üzerinden bölücülük ve örgüt sempatizanlığı yapılması, milli değerlerin aşağılanması ve Mustafa Kemal Atatürk’ün faşist olduğu yönünde iddialarda bulunması gibi söylemler, hukuka aykırı nitelikte olup neredeyse hepsi suç teşkil etmektedir. Bu tür eylemler karşısında suç duyurusunda bulunmak (şayet ilgili kişiler üniversite öğrencisiyse durumu rektörlüğe bildirmek) ve hukuki süreç başlatmak, hukukun üstünlüğünü korumak yolunda kritik bir adımdır. Örneğin, Yasemin Çargıt’ın mağdur suçlayıcı yorumları ve siyasi düşünce farklılığına dayanan nefret söylemi geliştirmesi yargı önünde hesap vermesini gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti’nde kimse ideolojik dokunulmazlık zırhına sığınarak hukuku çiğneyemez. Hukuki mücadele bu tür figürlerin yarattığı tahribatı durdurmanın en etkili yoludur.
Çoğu durumda, kişinin yalnızca soruşturma sürecine dahil edilmesi, ifadeye çağırılması, evine resmi bir tebligat gönderilmesi ve ailesini bu durumdan haberdar olması bile, o kişinin toplumsal normlara uyum sağlaması açısından önemli bir etki yaratabilir. Bu süreç, bireyin işlediği fiillerin sonuçlarıyla yüzleşmesini sağlayarak kendini sorgulamasına, özeleştiri yapmasına ve toplum içinde sergilediği pervasız ve cesur görünen bu tavrın kırılmasına yardımcı olabilir. Dolayısıyla bu tür bir hukuki sürecin başlatılması, suç teşkil eden bu neviden fiillerin önlenmesi açısından caydırıcı bir işlev görebilir. Öte yandan, her zaman hukukun ideal bir şekilde işleyeceğini ve bu kişilerin kesin cezalar alacağını garanti edemeyiz. Ancak, bu durum bu hukuki girişimlerin ve ihbarların gereksiz olduğu anlamına gelmez. Kişilerin hukuki süreçlerle muhatap edilmesi ve en azından bir soruşturma geçirmeleri bireysel ve toplumsal farkındalık açısından önemli bir adımdır.
Elimizdeki en önemli araçlardan biri de, onların kendi silahlarını –yani iptal ve ifşa kültürünü– onlara karşı kullanmaktır. Ancak burada kritik bir fark bulunmaktadır: woke ideolojisinin savunduğu iptal kültürü genellikle ideolojik veya etnik aidiyetlere dayalı haksız ve keyfi bir dışlamayı amaçlarken, bizim yürüttüğümüz süreçler yalnızca gerçek suçlularla mücadele etmeye yöneliktir. Dolayısıyla, sosyal medyada suç ihbarı niteliğinde yapılan paylaşımlar, iptal ve ifşa kültürüne yönelik eleştirilerle aynı kefeye konulamaz ve bu tür eleştirilerden etkilenmez. Woke ideolojisinin temsilcilerini ve onların etik dışı, hukuka aykırı eylemlerini ifşa etmek, toplumsal farkındalık yaratmanın temel taşlarından biridir. Özellikle Yasemin Çargıt gibi isimlerin tutarsızlıkları, çelişkili söylemleri, veganlık savunurken peynirli börek yapması, feminist kimliğini tecavüz faillerini koruyarak gölgelemesi gibi eylemleri kamuoyuyla paylaşılmalı ve meşru eleştiriye tabi tutulmalıdır. Sosyal medya ve internet, bu tür ifşaların en etkili şekilde yapılabileceği güçlü araçlardır.
Bu bağlamda, Çargıt ve benzeri figürlerin X ve diğer sosyal medya platformlarındaki faaliyetleri titizlikle incelenmeli, LinkedIn gibi profesyonel ağlardaki hesapları ve sosyal medya paylaşımlarındaki detaylar üzerinden profillemeleri yapılmalıdır. Onların ideolojik ajandaları ve hukuka aykırı eylemleri somut verilerle belgelenerek; Cumhuriyet Başsavcılığına, ilişkili oldukları kurum, resmi merci ve kişilere, ve kamuoyuna gerekli ihbarlar ve bilgilendirmeler sağlanmalıdır. Bu süreç, yalnızca toplumun bu tür yozlaşmalara göz yummamasını sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda gerçek sanatçıların ve düşünce insanlarının önünün açılmasına da katkıda bulunacaktır.
Sanat ve edebiyatta liyakat ve estetik değerleri yeniden yüceltmek için, Atatürk milliyetçiliğine dayalı bir kültür politikası izlenmesi şarttır. Şiirde ve sanatta, ideolojik sadakat değil, yetenek ve emek esas alınmalıdır. Çargıt gibi vasat isimlerin parlatılmasına karşı, gerçek sanatçıların desteklenmesi için eğitim programları, edebiyat dergileri ve yayınevleri teşvik edilmelidir. Sosyal medyada woke ideolojisinden rahatsız olan; milli değerlerine ve kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine bağlı muhalif gençler kendi mecralarını kurmalı, sanattaki tekelleşmeyi engellemelidir. Türk şiirinin çöküşünü durdurmak ancak bu şekilde mümkündür. Bu mücadele, sadece bireysel bir çaba değil, toplumsal bir sorumluluktur. Okuyucuları ve vatandaşları, woke ideolojisinin sanat ve toplum üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı bilinçlendirmeli ve harekete geçirmeliyiz. Güçlü bir dil kullanarak, net mesajlar vermeli ve insanları bu rezilliklere karşı tavır almaya teşvik etmeliyiz.
Sonuç olarak, Yasemin Çargıt gibi figürinlerin temsil ettiği bu rezilliklerle mücadele, yalnızca sanatsal bir mesele değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğini koruma meselesidir. Hukuku bir silah olarak kullanarak, suç duyurularında bulunarak, bu tür kişilerin eylemlerini ifşa ederek ve toplumu bilinçlendirerek, woke ideolojisinin yarattığı çürümeyi durdurabiliriz. Atatürk ilkelerine bağlı bir Türkiye’de, bu tür yozlaşmalara göz yummak düşünülemez. Çargıt ve onun gibiler, ancak bu kararlı mücadeleyle durdurulabilir; Türk şiiri ve kültürü, hak ettiği estetik ve ahlaki değerlere ancak böyle kavuşabilir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur.
Yazar: Hasan Ege Karanfil
lütfen edebi eleştiri niteliği taşıdığını iddia ettiğiniz bu yazıda hangi örnek üzerinden neyi incelediğinizi kalın harflerle yazın bir dahaki sefere, toplam 2 satır ancak çıkar çünkü, onu da bulmak epey zor. Ya da kategorisini değiştirin, okuyucu boş yere beklentiye girmesin
Bu bir edebi eleştiri değil. Yazarının da bunu böyle sunmaya çalışması bir meşrulaştırma amacı taşıyor. https://mevzularderin.com/edebi-polemik-nedir-ne-degildir/ linkindeki yazıda daha fazlası da var.