Dil, kendini söylem yoluyla ifade eder; söyleme karşı bir cevap geldiğinde sohbet ortaya çıkar. Sözcük, konuşanın içinde önceden var olan bir şeyin ardından gelen bir paylaşımdır. Bu anlamda, her metin her şeyden önce kişinin kendisiyle bir diyalogdur. Bu durum gündelik yaşamda da her konuşmada, her metinde açıkça görülür. Bir soru ortaya çıkar, değişen doğruluk derecelerinde sorulur ya da yanıtlanır. Bunun öncesinde bir duraksama olur. Bu duraksama sırasında soruyu soran kişi sorusunu hazırlar, sorulan kişi ise yanıtını.
Bu durum belli bir zaman gerektirir – itirazlar değerlendirilir, beyanlarda bulunulur. Birçok şey bu süreçten etkilenir, tıpkı bir sorguda olduğu gibi. Eğer yanıt hızlı gelirse, sanki “silah sesi” gibiymişcesine bam diye duyulursa, buna hazırcevaplık deriz. Bu yetenek herkese verilmemiştir; söyleyecek çok şeyi olanlar bile bu yeteneğe sahip olmayabilir. Rousseau, kendisine kalabalık önünde soru sorulduğunda ne diyeceğini bilememekten şikayet etmiştir.
Gündelik konuşmalar gelip geçicidir; çoğu zaman yalnızca eğlendirme amacına hizmet eder. Çoğu tartışmanın baskıya dayanamayacağı aşikardır ancak asıl mesele bu değildir. “Canlı” olmak, gözle bile görülebilecek doğrudan bir katılım ima eder; zihinsel ve fiziksel bir varlık beklenir.
Retorik ve edebiyat farklı düzlemlerde işler. Biri eylemle, diğeri ise sunumla ilgilidir. Agorada, forumda, manastırda ya da St. Paul’de1 verilen o meşhur konuşmalar, okunduğunda yarım kalmış, hatta çekilmez gelir; ateş sönmüştür ve geriye yalnızca küller kalmıştır. Ploutarkhos’ın büyük konuşmaları, sonradan düzenlenmiş ve biçimlendirilmiş izlenimi verir, Shakespeare ise onları şiir mertebesine yükseltmiştir. Şair, bir zamanlar kitleleri harekete geçirmiş ama sonra silinip gitmiş olan bir şeyin özüne dokunmuştur; böylece bu öz, zamanın ve ulusun ötesinde verimli bir şeye dönüşür.
Şair Trakl’ın sözleriyle “adaleti odasında tasarlayan” o yalnız figür, içsel konuşması iletişim amacı gütmez, hatta böyle bir niyetin, her şeyden önce, şiiri zayıflattığı söylenebilir. Pek çok metin, yazarın omzunun üzerinden birilerinin, hatta birçok kişinin, baktığı hissini verir. Bu metinler savunulamaz hale gelir çünkü retorik unsurlar edebi olanları bastırır.
Bu, niyete karşı bir argüman değil. Niyetin de kendi değeri vardır: Bir siyasetçi, bir eğitimci ya da basit bir komedyen söz konusu olduğunda niyet en başta gelmelidir. Bu durumda, aşırı üslup çabası kişiye zarar bile verebilir. Prova edilmiş bir sunum, mecliste rastgele söylenmiş bir söz kadar etkili olmayacaktır. Konuya pek katkı sunmamış ama kendi sözlerinden keyif almış bir konuşmacı, sadece takdirden ibaren bir başarı elde eder. “Sizi dinlemek bir zevkti.” İşte bu, Jirondinler’in2 çöküşüne katkıda bulunan şeylerden biridir.
Eğer telif haklarının, yeniden basım yasaklarının ve basın özgürlüğünün edebiyatın ölümü olduğuna inanan Schopenhauer, gazeteciyi sıradan bir gündelik işçiye indirgediyse onla hemfikir olamayız. Gazetecinin kendine özgü bir zaman ölçüsü, onsuz yapamayacağımız bir makamı, görevi vardır. Yine de zamana direnen metinler mevcuttur; bunlar genellikle gazetelerin siyaset sayfalarından ziyade tefrikalarda yer alır. Orada irade hakimdir, burada ise vizyon. Bu fark zaten Schopenhauer’in zamanında da belirgindi, örneğin Kott’un çıkardığı Allgemeine Zeitung3 ile Morgenblatt’ı4 karşılaştırdığımızda. Gerçi bu ayrımda bile istisnalar bulunur, Heine’nin, siyasi odaklı Allgemeine gazetesinde yayımlanan Paris Mektupları gibi.
Dolayısıyla dilin farklı katmanları ve farklı görevleri vardır. Bunlar salt idrakten şiire kadar uzanır. “İnsanı insan yapan üslubudur” ya da dil, zihnin fizyonomisidir. Her aşamada, her yerde bireyin dili yeterince kavraması ve böylece evrensel olana kendi payını katması önemlidir. Ondan iyi konuşması beklenmez, ama sonuna kadar gitmesi beklenir. Konuşmada kibir de vardır, Molière bundan “Précieuses Ridicules”de5 bahseder.
Öte yandan, bir muhataptan ne kadar çok şey beklersek rahatsız edici bir ifade o kadar acı verici hale gelir. Fontane'nin “rağmen” ve “yine de” kelimelerini sürekli karıştırması buna bir örnektir. Güzel bir mobilyadaki tek bir kıymık gibi.
Aynı şey dilek kipi ve geniş zamanda olduğu gibi fiil biçimlerinin silinmesi ve birçok kelime sonundaki “e” harfinin atlanması için söylenemez. Bunlar, belki de çağın bir sonucu olarak dilin genel bir zayıflamasını temsil eder; bu kayıplarla yetinmemiz gerekir. Zamanların sırası zarflar ya da bağlaçlarla korunabilir ve sesli harflerin kaybı vurguyu güçlendirerek telafi edilebilir. İngiliz şiirinin yaşadığı ciddi gerilemeye rağmen neleri başarabildiği şaşırtıcıdır. Schopenhauer'in “Yazı ve Üslup” adlı denemesinde talep ettiği hassasiyet bugün arkaik görünmektedir. Bir yazarın söylemek istediğiyle ifade ettikleri arasında yani içerikle biçim arasında uyum sağlaması artık beklenen bir şeydir.
*
Dil bir bariyer oluşturur: kültür seviyesini belirleyen barajı kurar. Eğer kaldırılırsa, seviye düşer. Bu, iyi konuşanlarla kötü konuşanlar arasındaki farkın azaldığı anlamına gelmez – aksine artar.
Dilbilgisi ve yazım kurallarının bir makineden kolayca geçirilir gibi kalıplara sokulması öğrenciye hizmet etmez. Görünüşte küçük gözüken farklılıkları anladığında –örneğin “widerstehen” ile “wieder stehen”6 ya da “rechthaberisch sein” ile “Recht haben”7 arasındaki farkı– matematikte olduğu gibi sadece mantıksal bir başarı değil, organik bir başarı elde etmiş olur. Ona bu tür ayrımları öğretmek büyük bir çaba ve tekrar gerektirir, fakat bu, konuşma ve yazmada olduğu kadar her durumda ve meslekte de ona yardımcı olacaktır.
*
Dil su gibidir, bulanık olabilir ama kendini arıtma gücüne sahiptir. Onu her zaman yeniden canlandıran bireyler olmuştur: Cicero, Luther, Klopstock. Dilde özgürlük hüküm sürer, herkes dilediği ve elinden geldiği gibi konuşabilir ve yazabilir Ancak “Caesar bile gramerin üstünde değildir” – başka bir deyişle, dil ne devlete ve onun düzenlemelerine tabidir ne de açıklık ve kolaylık sağlamaya çalışan bir teknokrata.
Burada bir “Grüne Front”8 kurulması elzemdir.
Yazar: Ernst Jünger
İlk olarak 1980 yılında “Mehr als Worte”de, Walter Steigner tarafından yayınlanmıştır.
Kaynak: On Language and Style - Ernst Jünger
Çevirmen: Ömer Sarı
Editör: Fahri Tüfenktürk
Londra’daki St. Paul Katedrali, önemli konuşma ve vaazlara ev sahipliği yapmasıyla bilinir. Örneğin Martin Luther King Jr’nin 1964 tarihli ünlü konuşması.
Jirondinler, Fransız Devrimi’nde etkili olmuş ılımlı cumhuriyetçi bir gruptur. Güçlü hitabetlerine rağmen siyasi kararlılık gösteremedikleri için Jakobenler karşısında etkisiz kalmış ve tasfiye edilmişlerdir.
“Genel Gazete” 1798–1929 yılları arasında yayınlanan siyasi bir gazete.
“Morgenblatt für gebildete Stände (Eğitimli Sınıflar için Sabah Gazetesi)”, 1807-1865 yılları arasında yayınlanan, edebi ve kültürel içeriklere yer veren bir yayın.
“Değerli Saçmalıklar” 1659’da yayınlanmış bir komedi oyunu, aşırı süslü konuşan yapay insanları hicveder.
“Widerstehen” karşı koymak anlamına gelirken “wieder stehen” (yeniden) ayağa kalkmak anlamına gelir. İlki ön ek almış bir fiildir, ikincisi ise zarf fiildir.
“Recht haben” haklı olmak anlamına gelirken “rechthaberisch sein” sürekli üste çıkmaya çalışmak demektir. İlki nesnel haklılığa, ikincisi ise olumsuz bir kişilik özelliğine işaret eder.
“Yeşil Cephe” Weimar Almanyası’nda bir tarım lobisiydi. Burada ise “dilin doğasını” savunmak için kurulması gereken bir cepheden bahsedilmiş.