En Hoşgörüsüz Olan Kazanır: Küçük Azınlığın Diktatörlüğü (Taşın Altındaki El kitabından bir bölüm)
Avrupa neden helal yiyecek — Sigara içme alanında neden sigara içmek zorunda değilsiniz — Yemek tercihlerinizin Suudi Kralı'nın düşüşüne etkisi – Arkadaşınızın aşırı çalışmasını nasıl önlersiniz – Ömer Şerif’in din değiştirmesi — Bir piyasa nasıl çökertilir
Karmaşık bir sistemin nasıl işlediğinin içyüzünü ortaya koyan bildiğim en iyi örnek, aşağıdaki durumdur. Uzlaşmaz bir azınlığın —özel bir tür uzlaşmaz azınlık—tercihlerine tüm toplumun boyun eğmesi için, azınlığın toplam nüfusun yalnızca çok küçük bir kısmına, örneğin yüzde üç ya da dört kadarına denk gelmesi yeterlidir. Dahası, azınlığın baskın hale gelmesiyle birlikte bir tür optik illüzyon da ortaya çıkar: Naif bir gözlemci, yapılan tercihlerin çoğunluğa ait olduğu izlenimine kapılır. Eğer bu durum size absürt geliyorsa, sebebi bilimsel sezgilerimizin buna göre ayarlanmamış olmasıdır (bilimsel ve akademik sezgileri ve ani yargıları sallayın gitsin; bunlar işe yaramıyor ve standart entelektüel çıkarımlarınız da karmaşık sistemlerde başarısız olur, ama büyükannenizin bildikleri olmaz).
Karmaşık sistemlerin arkasındaki temel fikir, tüm sistemin, bütünü oluşturan parçaların tek başına öngöremeyeceği bir şekilde davranmasıdır. Parçaların doğasından çok, aralarındaki etkileşim önemlidir. Karıncaları teker teker incelemek bize asla (çoğu durumda rahatlıkla “asla” denebilir) bir karınca kolonisi hakkında fikir vermez. Bunun için karınca kolonisini, bir karınca kolonisi olarak —ne eksik, ne fazla, ne de karıncaların toplamı— gözlemlemek gerekir. Bu, parçalar ve bütün arasındaki farkın, parçaların kendi aralarındaki etkileşimlerden kaynaklandığı, “sonradan çıkan” (emergent) bir özellik olarak adlandırılır. Ve bu etkileşimler çok basit kurallara tabi olabilir. Bu bölümde ele aldığımız kural ise “azınlık kuralıdır”.
Azınlık kuralı bize şunu gösterir: Toplumun düzgün işleyebilmesi için, ‘’elini taşın altına koyan’’, cesur, hoşgörüsüz ama erdemli küçük bir grubun varlığı yeterlidir.
Bu karmaşıklık örneği bana, ironik bir şekilde, New England Karmaşık Sistemler Enstitüsü’nün yaz barbeküsüne katıldığım sırada dank etti. Ev sahipleri masayı kuruyor ve içecekleri çıkarıyordu; o sırada sadece koşer yemek yiyen dindar bir arkadaşımız uğrayıp selam verdi. Ona, limonata diye bilinen, limon asidiyle tatlandırılmış sarı şekerli sudan bir bardak ikram ettim, dini sebeplerle reddedeceğinden neredeyse emindim. Reddetmedi. Limonata denilen o sıvıyı içti ve başka bir koşer kişi, “Buradaki içeceklerin hepsi koşer,” dedi. Karton kutuya baktık. Kenarında köşesinde ufacık bir simge vardı: bir dairenin içinde “U” harfi, bu içeceğin koşer olduğunu belirtiyordu. Bu sembol sadece bilmesi gerekenlerin dikkatini çekecektir. Benim gibi olanlar ise, yıllardır farkında olmadan aynı dili konuşur gibi koşer içecekler içecektir.

Yer Fıstığı Alerjisi Olan Suçlular
Tuhaf bir fikir aklıma dank etti. Koşer nüfusu, Amerika Birleşik Devletleri sakinlerinin binde üçünden daha azını oluşturuyor. Buna rağmen, neredeyse tüm içeceklerin koşer olduğu görünüyor. Neden? Çünkü tamamen koşer üretim yapmak, üreticiye, markete veya restorana, içecekler için koşer ve koşer olmayan ayrımı yapma; özel işaretler, ayrı raflar, farklı stok alanları bulundurma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Bütün tabloyu değiştiren basit kural da şöyle:
Koşer (veya helal) yiyen biri asla koşer olmayan (veya helal olmayan) yemek yemez, ama koşer yemeyen biri için koşer yemek yasak değildir.
Ya da başka bir bağlamda yeniden ifade edersek:
Engelli bir kişi normal tuvaleti kullanmaz, ancak engelli olmayan bir kişi engelliler için olan tuvaleti kullanabilir.
Kabul edelim, bazen işin pratiğinde, engelli logosu olan tuvaleti kullanırken duraksarız; çünkü yanlış bir varsayımla, sanki bu da park yeri kuralı gibi sadece engellilere ayrılmış zannederiz.
Yer fıstığı alerjisi olan biri, yer fıstığına temas etmiş ürünleri yemez; ancak bu tür bir alerjisi olmayan biri, yer fıstığı değmemiş ürünleri yiyebilir.
Bu durum, uçaklarda yer fıstığı bulmanın neden zor olduğunu ve okulların neden fıstık içermeyen alanlar olduğunu açıklar (ki bu, ironik bir şekilde, fıstık alerjisi olanların sayısını artırır; çünkü daha az maruz kalmak bu alerjinin sebeplerinden biridir).
Haydi bu kuralı biraz daha eğlenceli alanlara taşıyalım:
Temiz bir insan suç işlemez, o kesin. Ama bir suçlu, yasal eylemlerde bulunmaktan da geri durmaz.
Bu azınlığa “uzlaşmaz grup”, çoğunluğa da “esnek grup” diyelim. Buradaki kural, tercihlerdeki asimetridir.
Bir seferinde bir arkadaşıma eşek şakası yapmıştım. Yıllar önce, büyük sigara şirketleri pasif içiciliğin zararlarına dair kanıtları gizlerken, New York’ta restoranlarda sigara içilen ve içilmeyen bölümler olurdu (uçaklarda bile, absürt şekilde, sigara içilen bölümler vardı). Avrupa’dan gelen bir arkadaşımla öğle yemeğine gittik. Restoranda sadece sigara içilen bölümde masa vardı. Arkadaşımı, o bölümde oturabilmek için sigara almamız gerektiğine, çünkü sigara içmezsek o bölümde oturamayacağımıza ikna ettim. Ve o da sigara içti.
İki şey daha var. Birincisi, bölgenin coğrafyası, yani mekansal yapı, az da olsa önem taşır; uzlaşmazların kendi bölgelerinde mi yoğunlaştığı yoksa genel nüfusla karışık mı yaşadıkları büyük fark yaratır. Azınlık kuralına uyan insanlar gettolarda, kendilerine ait küçük bir ekonomik sistem içinde yaşasaydı, o zaman bu kural işlemezdi. Ancak nüfus mekansal olarak homojen dağılmışlarsa, yani bu tür bir azınlığın bir mahalledeki oranı köydekiyle, köydeki ilçedekiyle, ilçedeki ildekiyle, ildeki ülke geneliyle aynıysa, o zaman (esnek) çoğunluk azınlık kuralına uymak zorunda kalır. İkinci olarak, maliyet yapısı da oldukça önemlidir. İlk örneğimizde, limonatayı koşer kurallarına uygun hale getirmek fiyatı çok fazla değiştirmez; stoku ayırmayı gerektirecek kadar değil. Ancak koşer limonata üretmenin maliyeti ciddi oranda daha yüksek olsaydı, kural bu maliyet farkına doğrusal olmayan bir orantıda zayıflardı. Eğer koşer yemek üretimi on kat daha pahalı olsaydı, azınlık kuralı belki yalnızca çok zengin mahallelerde geçerli olurdu.
Müslümanların da, tabiri caizse, koşer yasaları vardır; ancak bunlar çok daha dar kapsamlıdır ve yalnızca etle ilgilidir. Müslümanlar ve Museviler neredeyse aynı kesim kurallarını benimsemiştir (tüm koşer etler çoğu Sünni Müslüman için helaldir —ya da en azından geçmiş yüzyıllarda öyleydi— ama bunun tersi geçerli değildir). Bu kesim kurallarının “taşın altındaki el” ilkesine dayandığını unutmayın; bunlar, antik Doğu Akdeniz'den miras kalmıştır [ilgili bölümde ele alınmıştır]. Yunan ve Sami geleneklerinde, birinin gerçekten tanrılara ibadet edebilmesi için "elini taşın altına koyması", yani tanrıya et kurban etmesi ve artanı yemesi gerekirdi. Tanrılar ucuz gösterişten hoşlanmaz.
Şimdi azınlığın diktasının bu tezahürüne bakalım. Birleşik Krallık’ta, Müslüman (ve gerçekten uygulayan) nüfus yalnızca yüzde üç ila dört civarındayken, piyasadaki etlerin çok büyük bir bölümü helaldir. Yeni Zelanda’dan ithal edilen kuzu etlerinin yaklaşık yüzde yetmişi helaldir. Subway zincir restoranlarının yaklaşık yüzde onu yalnızca helal servis etmektedir (yani domuz eti yoktur); domuz eti olmayan şubelerin müşteri kaybından doğan yüksek maliyetine rağmen. Aynı durum Güney Afrika’da da geçerlidir. Benzer orandaki Müslüman nüfusa rağmen, helal sertifikalı tavuk oranı orantısız şekilde yüksektir. Ancak Birleşik Krallık’ta ve diğer Hristiyan ülkelerde, helal nötr bir uygulama olarak görülmediğinden yüksek yaygınlığa ulaşamaz; zira insanlar başkalarının dini kurallarına zorla uymaya karşı tepki gösterebilir. Örneğin, 7. yüzyılda yaşamış Hristiyan Arap şair El-Ahtal, ünlü meydan okuyan şiirinde Hristiyanlığını yücelterek helal et yemediğini özellikle vurgular: “Ben kurban eti yemem.” (El-Ahtal burada, birkaç yüzyıl öncesinin Hristiyan tepkisini yansıtır — Pagan dönemlerde Hristiyanlara zorla kurban eti yedirilerek işkence edilirdi; onlar ise bunu kutsala hakaret sayar, yemeyi reddederdi. Pek çok Hristiyan şehit bu yüzden açlıktan ölmüştür.)
Müslüman nüfus Avrupa’da büyüdükçe, Batı’da da ötekilerin dini normlarını reddin kaçınılmazlaşacağı beklenebilir.
Bu nedenle azınlık kuralı, mağazalardaki helal gıdaların oranının, helal yiyen nüfusun oranını aşmasına neden olabilir; ancak bu durumun önünde bir engel oluşabilir, çünkü bazı insanlar Müslüman gıdalarına karşı bir tür tabu taşıyabilir. Ancak dini olmayan Kaşrut benzeri bazı kurallar söz konusu olduğunda, bu oranın yüzde yüze (ya da çok yüksek bir seviyeye) yaklaşması beklenebilir. ABD ve Avrupa’da “organik” gıda üreten firmalar giderek daha fazla ürün satıyor; bunun nedeni, azınlık kuralına ek olarak, bazı insanların sıradan ve etiketsiz gıdaların böcek ilacı, ot ilacı ve genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) içerdiğini ve bu GDO’ların onların gözünde bilinmeyen riskler barındırdığını düşünmesidir. (Burada GDO terimiyle kastedilen, yabancı bir organizma ya da türden gen aktarımı yoluyla elde edilen transgenik gıdalardır.) Bunun dışında, bazı kişilerde varoluşsal kaygılar, temkinli bir yaşam tarzı ya da Burke1 tarzı muhafazakarlık gibi nedenlerle, atalarının yediği gıdalardan fazla uzaklaşmak istememe durumu da olabilir. Bir ürüne “organik” etiketi koymak, onun transgenik GDO içermediğini belirtmenin bir yoludur.
Genetiği değiştirilmiş gıdaların promosyonu için yürütülen lobicilik faaliyetleri, kongre üyelerinin satın alınması ve aleni bilimsel propaganda (bendeniz gibi kişilere karşı düzenlenen karalama kampanyaları dahil) sırasında büyük tarım şirketleri, çoğunluğu kazanmanın yeterli olacağı gibi hatalı bir inanca kapıldılar. Hayır, ahmaklar. Daha önce de söyledim, bu tür kararlarda verdiğiniz hızlı "bilimsel" yargılar fazlasıyla safça. Şunu düşünün: transgenik GDO tüketen biri GDO’suz gıdayı da tüketebilir, ancak bunun tersi geçerli değildir. Yani, nüfusun mekansal olarak eşit dağılmış çok küçük bir kısmı, örneğin yüzde beşten azı GDO’suz gıda tercih ediyorsa, tüm nüfusun da GDO’suz beslenmesi gerekebilir.
Nasıl mı? Diyelim ki bir şirket etkinliği, bir düğün ya da gösterişli bir kutlama düzenliyorsunuz. Kutlama sebebi de Suudi Arabistan rejiminin çöküşü olabilir, rantçı yatırım bankası Goldman Sachs’ın iflası ya da Ketchum adlı, büyük şirketler adına bilim insanlarını ve bilimsel ifşacıları karalayan halkla ilişkiler kampanyaları yürütmesiyle tanınan şirketin başkanı Ray Kotcher’ın kamuoyu önünde rezil edilmesi. Böyle bir etkinlikte katılımcılara “transgenik GDO tüketiyor musunuz?” diye bir anket mi yapacaksınız? Hayır. Eğer fiyat farkı anlamlı değilse, doğrudan GDO’suz menü seçersiniz. Ve fiyat farkı, göz ardı edilebilecek kadar küçük görünüyor çünkü Amerika’daki (bozulabilir) gıda maliyetleri büyük ölçüde, yaklaşık yüzde seksen ila doksan oranında, tarımsal üretimden değil dağıtım ve depolamadan kaynaklanıyor. Ayrıca, organik gıdalara (ve “doğal” gibi etiketlemeler) olan talep azınlık kuralı nedeniyle arttıkça, dağıtım maliyetleri azalıyor ve azınlık kuralının etkisi hız kazanıyor.
Büyük tarım şirketleri, bunun öyle bir oyuna girmekle eşdeğer olduğunu fark etmediler: Bu oyunda sadece rakipten daha fazla puan almak yetmiyor, güvende olmak için toplam puanların yüzde doksan yedisini kazanmanız gerek. Yüz milyonlarca doları hem araştırmaya hem karalama kampanyalarına harcayan, kendilerini toplumun geri kalanından daha zeki sanan yüzlerce bilim insanına sahip bu şirketlerin, asimetrik tercihlerle ilgili bu kadar basit bir noktayı gözden kaçırmış olması, yine de olsa, tuhaf.
Bir başka örnek: Otomatik vitesli arabaların yaygınlaşmasının, başlangıçta çoğunluk sürücünün otomatik vitesi tercih etmesinden kaynaklandığını sanmayın; bu durum, manuel vites kullananların her zaman otomatik vites de kullanabilmesi, ancak tersinin geçerli olmaması yüzünden de olabilir.2
Burada kullanılan analiz yöntemi, yeniden normalleştirme grubu olarak adlandırılır; bu, olayların nasıl yukarıya (ya da aşağıya) doğru ölçeklendiğini görmemizi sağlayan güçlü bir matematiksel fizik aracıdır. Şimdi bunu inceleyelim — matematik olmadan.
Yeniden Normalleştirme Grubu

Bu görsel, fraktal öz-benzerlik olarak adlandırılan durumu gösteren dört kutu içeriyor. Her kutunun içinde dört daha küçük kutu var. Bu dört kutunun her biri yine dört kutu içerecek ve bu böyle, belli bir düzeye kadar hem aşağıya hem yukarıya doğru devam edecek. İki renk kullanılmış: sarı çoğunluğun tercihini, pembe ise azınlığın tercihini temsil ediyor.
Küçük birimlerin dört kişiden, yani dört kişilik bir aileden oluştuğunu varsayalım. İçlerinden biri uzlaşmaz azınlığa mensup ve yalnızca GDO’suz (organik dahil) ürünler tüketiyor. Bu kutunun rengi pembe, diğerleri ise sarı. Yukarı doğru çıktıkça “bir kez yeniden normalleştirme” yapıyoruz: ailenin inatçı evladı kendi kuralını diğerlerine dayatmayı başarıyor ve birim artık tamamen pembe oluyor; yani herkes GDO’suz ürünleri tercih edecek hale geliyor. Üçüncü adımda, bu ailenin üç başka ailenin de katıldığı bir mangal partisine gittiğini görüyoruz. Yalnızca GDO’suz tükettikleri bilindiğinden, misafirler sadece organik ürünlerle yemek hazırlıyor. Mahalledeki market, artık herkesin GDO’suz beslendiğini fark ederek hayatı kolaylaştırmak adına ürünlerini GDO’suz olanlarla değiştiriyor. Bu da yerel toptancıyı etkiliyor ve hikaye bu şekilde devam ederek “yeniden normalleşiyor”.
Tesadüfen, Boston barbeküsünden bir gün once New York’ta geziyordum. Bir arkadaşımın ofisine uğradım; amacımsa çalışıp işini yapmasını engellemekti. Yani, aşırıya kaçıldığında zihinsel berraklığı bozan, duruşu çökerten ve yüz hatlarını silikleştiren bir uğraştan uzak tutmak. Fransız fizikçi Serge Galam da o sırada ziyarete gelmişti ve vakit öldürmek için arkadaşımın ofisini seçmişti. Galam, bu yeniden normalleştirme tekniklerini sosyal meselelere ve siyaset bilimine ilk uygulayan kişidir; adını daha önce duymuştum çünkü konuyla ilgili temel kitabın yazarıydı. Kitabı o sıralar aylardır bodrumumda açılmamış bir Amazon kutusunda duruyordu. Benimle araştırmasını ve azınlığın oranı kritik bir seviyeye ulaştığında çoğunluğa nasıl yön verebildiğini açıklayan siyaset modelini paylaştı.
Bu bağlamda aynı illüzyon siyasal tartışmalarda da geçerlidir; bu da siyaset “bilimcileri” tarafından yayılır: Aşırı sağ ya da sol bir partinin nüfusun diyelim yüzde onunun desteğini aldığını görünce, adaylarının oyların da yüzde onunu alacağını sanırsınız Oysa durum böyle değildir: Bu çekirdek seçmenler “tavizsiz” olarak sınıflandırılmalı; çünkü her zaman kendi taraflarına oy verirler. Ancak bazı esnek seçmenler de, tıpkı koşer yemeyenlerin koşer yiyebilmesi gibi, o aşırı gruba oy verebilir. İşte dikkat edilmesi gerekenler bu kişiler; çünkü bu sayede uç partiye verilen oylar kabarabilir. Galam’ın modelleri, siyaset biliminde sezgilere ters düşen birçok sonuç ortaya koydu; dahası, tahminleri, saf çoğunluk görüşüne kıyasla gerçek sonuçlara çok daha yakındı.
Veto
Yeniden normalleştirme grubundaki örnekten hatırlarsak, bir grubun içindeki tek bir birey bile “veto etkisi” ile tercihleri yönlendirebilir. Rory Sutherland örnek olarak McDonald’s gibi bazı fast food zincirlerinin başarısını, sundukları ürünün iyi olmasına değil, belli bir sosyoekonomik gruptakiler (ve o grubun sadece küçük bir kısmı) tarafından reddedilmemelerinden kaynaklanmasına bağlar. Teknik olarak ifade edecek olursak, bu durum beklentilere göre kötü senaryoların en iyisidir: ortalama ve değişkenlik düşüktür.
Ortada çok bir seçenek yokken McDonald’s güvenilir bir opsiyondur. Yemeğin beklentiyi karşılamamasının sonuçlarının olacağı, müdavimsiz ve tekinsiz yerlerde de tercih edilebilir. Bu satırları Milano merkez tren istasyonundan yazıyorum ve, uzaktan gelen bir ziyaretçi şaşkınlıkla karşılasa bile, McDonald’s buradaki nadir restoranlardan biri. İnanılmaz, ama İtalyanların risk almak yerine ona başvurduğunu görebiliyorsunuz.
Pizza da aynı hikaye: genel kabul gören bir yiyecektir ve gösterişli bir davet dışında, kimse sadece pizza sipariş ettiği için yadırganmaz.
Rory, bira-şarap asimetrisine ve partilerde yapılan tercihlere dair bana şöyle yazmıştı: “Bir partide kadın oranı yüzde onu geçtiği anda, sadece bira servis edemezsin. Ama erkeklerin çoğu şarap içer. Dolayısıyla yalnızca şarap servis edersen, tek tip bardak yeterli olur — kan grupları dilinde evrensel verici gibi.”
Bu en az kayıplı senaryo stratejisini, zamanında Hazarların İslam, Musevilik ve Hristiyanlık arasında seçim yaparken uygulamış olabileceği söylenir. Rivayete göre, üç yüksek rütbeli heyet (piskoposlar, hahamlar ve şeyhler) gelip inançlarını tanıtan konuşmalar yapar. Hristiyanlara sorarlar: Musevilik ve İslam arasında kalırsanız hangisini seçersiniz? Musevilik, derler. Ardından Müslümana sorarlar: Hristiyanlık mı Musevilik mi? Müslüman da Musevi der. Böylece Musevilik seçilir ve kabile topluca bu dine geçer.
Lingua Franca
Eğer Almanya’da, yeterince uluslararası ya da Avrupalı bir şirkete ait Cermen görünümlü bir toplantı odasında bir toplantı yapılıyorsa ve odadaki kişilerden biri Almanca bilmiyorsa, toplantının tamamı… İngilizce yürütülür. Dünya genelindeki şirketlerde konuşulan, zarafetten uzak o bildik İngilizceyle. Böylece hem Cermen atalarına hem de İngiliz diline aynı anda hakaret etmiş olurlar. Her şey şu asimetrik kuralla başladı: İngilizce anadili olmayanlar (kötü de olsa) İngilizce bilir, ama İngilizce konuşanların başka dilleri bilmesi pek olası değildir. Diplomasi dili olması beklenen Fransızca, aristokrat kökenli bürokratlar tarafından kullanılırken, daha “halktan” olan ticaret erbabı İngilizceye yöneldi. Bu iki dil arasındaki rekabette İngilizce kazandı çünkü modern hayatı ticaret ele geçirdi. Bu zaferin, ne Fransa’nın itibarıyla ne de Fransız bürokratlarının, Latin kökenli ve mantıklı yazımıyla övündükleri o görece güzel dili, Manş’ın öte yakasındaki etli turta düşkünlerinin ortografik açıdan kafa karıştıran dili karşısında yüceltme çabalarıyla ilgisi vardı.
Böylece, lingua franca (ortak iletişim dili) dillerinin ortaya çıkışına dair bazı sezgiler geliştirebiliriz — ve şu, dilbilimcilerin çoğunlukla fark edemediği bir noktadır: Bu süreçte azınlık kuralları belirleyici olabilir. Aramice, Semitik dillerinin (yani Fenikece-İbranice) yerini alan ve Arapçaya benzeyen bir Sami dildir; İsa’nın konuştuğu dildir. Levant ve Mısır’da egemen hale gelmesinin sebebi, herhangi bir büyük Sami imparatorluğun baskınlığı ya da halkın dikkat çekici burunlara sahip olması değildir. Aramice’yi yayanlar, bir Hint-Avrupa dili konuşan Perslerdi. Persler, Asur, Suriye ve Babil’in dili olan Aramice’yi, kendi dilleri olmamasına rağmen, Mısırlılara öğrettiler. Bunun nedeni basitti: Persler Babil’i işgal ettiklerinde, mevcut idari sistemde sadece Aramice bilen katipler vardı; Farsça bilen yoktu. Dolayısıyla Aramice devletin dili haline geldi. Eğer sekreteriniz sadece Aramice yazabiliyorsa, siz de Aramice kullanırsınız. Bu durum Aramice’nin Moğolistan’da bile kullanılmasına yol açtı; kayıtlar, Aramice’nin doğu lehçesi olan Süryanice alfabesiyle tutuluyordu. Yüzyıllar sonra bu hikaye tersinden tekrarlandı: 7. ve 8. yüzyıllarda Araplar, ilk bürokratik işlerinde Yunanca kullandılar. Zira Helenistik dönemde Yunanca, Levant’ta Aramice’nin yerini lingua franca olarak almıştı ve Şam’daki katipler kayıtlarını Yunanca tutuyordu. Oysa Akdeniz’e Yunancayı yayanlar Yunanlar değildi — Makedon olan ve Yunancanın başka bir lehçesini konuşan Büyük İskender’in fetihleri bile derin bir kültürel Helenleşmeye yol açmamıştı. Yunancanın yayılmasını asıl hızlandıranlar Romalılar oldu; çünkü imparatorluğun doğusunda idari işlerde Yunancayı kullandılar.
Montreal’den Fransız Kanadalı bir arkadaşım, Jean-Louis Rheault, darlaşan taşra sınırlarının dışındaki Fransızca konuşan Kanadalıların dilini yitirmesine hayıflanarak şöyle bir yorumda bulundu: “Kanada’da ‘iki dilli’ derken İngilizce konuşmaktan bahsederiz; biri Fransızca konuşuyorsa zaten iki dilli sayılır!”
Merkezsizleşme, Yeniden
Merkezsizleşmenin bir başka özelliği de “entelektüellerin” Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkışına (Brexit) karşı çıkarken anlamadığı bir şeydir. Diyelim ki azınlık kuralının etkili olması için siyasi bir birimde en az yüzde üçlük bir eşiğe ihtiyaç var ve inatçı azınlık ortalama olarak nüfusun yüzde üçünü oluşturuyor, ancak bu oran bölgeler arasında değişiyor. Bu durumda bazı eyaletler bu kurala tabi olurken diğerleri olmayabilir. Oysa tüm eyaletleri tek bir yapı altında birleştirsek, azınlık kuralı her yerde geçerli hale gelir. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin neden bu kadar iyi işlediğinin bir nedenidir. Bunu dinleyen herkese defalarca söyledim: Biz bir cumhuriyet değil, bir federasyonuz. “Antikırılganlık” kitabının diliyle söylersek, merkezsizleşme dalgalanmalara karşı konveks bir yapıdadır.
Genler ve Diller
Doğu Akdeniz'deki genetik verileri, genetikçi iş arkadaşım Pierre Zalloua ile incelerken, sonradan gelen toplulukların —Türkler ve Arapların—çok az genetik iz bıraktığını fark ettik; Türkiye özelinde ise, Doğu ve Orta Asya'dan gelen boylar beraberlerinde bambaşka bir dil getirmişti. Şaşırtıcı biçimde, Türkiye hala tarih kitaplarında okuduğunuz Anadolu halklarını barındırıyor; sadece yeni isimlerle. Dahası, Zalloua ve meslektaşları, 3700 yıl önce yaşamış Kenanlıların bugünkü Lübnan devletinin sakinlerinin genlerinin onda dokuzundan fazlasını oluşturduğunu, uğrama imkanı olan neredeyse her ordunun o topraklara bir uğrayıp biraz da yağma yapmasına rağmen çok az yeni genetik katkıda bulunduklarını ortaya koydu3. Türkler, Doğu Asya dili konuşan Akdenizlilerken; Fransa’nın (Avignon’un kuzeyindeki) halkı büyük ölçüde Kuzey Avrupa kökenli olup, bir Akdeniz dili konuşuyor.
Genler çoğunluk kurallarına uyar; diller azınlık kuralına
Diller yayılır; genler pek değil
Bu durum, dili esas alarak insanları “Aryanlar” ve “Sami halkları” şeklinde ayıran ırksal kuramların yakın geçmişte yapılan bir hata olduğunu gösteriyor. Konu, Alman Nazileri için merkezi öneme sahipti; ancak bu yaklaşım, bugün hala bir biçimde, kimi zaman zararsız biçimlerde de olsa, sürdürülüyor. Büyük ironi ise şurada yatıyor: Kendilerini “Aryan” olarak tanımlayan, antisemitik Nordik üstünlükçüler, köklü ve görkemli bir uygarlıkla bağ kurmak için Antik Yunanlara başvuruyorlardı. Oysa farkında değillerdi ki, Yunanlar ile Akdeniz’deki “Sami” komşuları genetik olarak birbirlerine yakındı. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, hem Antik Yunanların hem de Tunç Çağı Levant halklarının Anadolu kökenli olduğunu ortaya koydu. Sadece konuştukları diller zamanla farklı yönlere evrilmişti.
Dinlerin Tek Şeritli Yolu
Aynı şekilde, Hristiyanlığın iyice yerleşmiş olduğu Yakın Doğu'da İslam’ın yayılışı iki basit asimetriyle açıklanabilir. İslam’ın ilk dönem yöneticileri, Hristiyanları dönüştürmeye pek hevesli değildi; çünkü bu gruplar onlar için vergi kaynağıydı — İslam’ın tebliğ anlayışı, “kitap ehli” olarak adlandırılan, yani Semavi dinlere mensup bireyleri doğrudan hedef almıyordu. Nitekim, on üç yüzyıl boyunca Müslüman egemenliği altında yaşayan atalarım, Müslüman olmamanın bazı avantajlarını görmüşlerdi: başta askerlik hizmetinden muafiyet olmak üzere.
İki temel asimetrik kural şunlardı: Birincisi, İslam yönetimi altındaki bir toplumda, Müslüman bir kadınla evlenmek isteyen gayrimüslim bir erkeğin Müslüman olması gerekir — ayrıca ebeveynlerden biri Müslümansa, çocuk da Müslüman sayılır4. İkincisi, İslam’a girmek tek yönlüdür; dinden dönmek, yani irtidat, dinen en ağır suçlardan biridir ve ölüm cezasıyla cezalandırılabilir. Lübnan kökenli Hristiyan bir aileden gelen ünlü Mısırlı aktör Ömer Şerif —doğum adıyla Mikhael Demetri Shalhoub— ünlü bir Mısırlı aktrisle evlenebilmek için İslam’a geçmiş ve ismini Arapça bir adla değiştirmiştir. Sonrasında boşanmış olsa da, atalarının inancına geri dönmemiştir.
Bu iki asimetrik kural çerçevesinde basit simülasyonlar yaparak, Mısır’daki Hristiyan (Kıpti) nüfusa hükmeden küçük bir Müslüman grubun nasıl yüzyıllar içinde Kıptilerin küçük bir azınlığa dönüşmesine yol açtığını görmek mümkündür. Bunun için gereken tek şey, düşük oranlı da olsa mezhepler arası evliliklerin varlığıdır. Aynı şekilde, Museviliğin neden yayılmadığını ve azınlıkta kalma eğiliminde olduğunu da anlayabiliriz; zira bu dinde kurallar tersine işler: annenin Yahudi olması gerekir, bu da mezhepler arası evliliklerin topluluktan kopuşla sonuçlanmasına neden olur.
Museviliktekinden bile daha güçlü bir asimetri ise, Yakın Doğu’da üç Gnostik inancın (Dürzilik, Ezidilik ve Mandeizm) tükenmesini açıklar. (Gnostik dinler, sırların ve bilgeliğin yalnızca yaşlı ve seçkin bir azınlığa açık olduğu, geri kalan üyelerin inancın ayrıntılarına vakıf olmadığı dinlerdir.) İslam’da ebeveynlerden birinin Müslüman olması yeterliyken, Yahudilikte en azından annenin Yahudi olması gerekir. Bu üç Gnostik inançta ise her iki ebeveynin de aynı inançtan olması şarttır. Aksi takdirde kişi topluluğa “bay bay” der.
Mısır’ın arazisi düzdür. Nüfus dağılımı burada homojen karışımlar oluşturur, bu da yeniden normalleştirmeyi (yani asimetrik kuralın işlemesini) mümkün kılar — önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, koşer kurallarının işlemesi için Musevilerin ülkeye belli oranda yayılmış olması gerekir. Oysa Lübnan, Celile ve Kuzey Suriye gibi dağlık bölgelerde Hristiyanlar ve diğer Sünni olmayan Müslümanlar yoğunlaşmış şekilde yaşamaya devam ettiler. Hristiyanlar Müslümanlarla fazla temas etmediklerinden, mezhepler arası evlilikler yaşanmadı.
Mısır’daki Kıptiler bir başka sorunla daha karşı karşıyaydı: İslam’a geçişin geri döndürülemez oluşu. İslam hakimiyeti döneminde pek çok Kıpti bu dine geçmişti ama bu çoğu zaman sadece resmiyette kalan bir işlemdi. Bir işe girmek ya da şeriat hükümlerine göre çözülmesi gereken bir meselede kolaylık sağlamak gibi pratik sebeplerle yapılırdı. Kişinin gerçekten inanması gerekmezdi çünkü İslam, Ortodoks Hristiyanlıkla kökten çelişen bir inanç sistemi sayılmazdı. Zamanla ise bu Marrano usulü5 dönüşüm geçiren Hristiyan ya da Musevi aileleri gerçekten Müslümanlaşıyordu. Birkaç nesil sonra torunlar, atalarının yaptığı bu “anlaşmayı” unutuyordu.
Dolayısıyla İslam’ın yaptığı tek şey, Hristiyanlığı inat yarışında alt etmekti; çünkü Hristiyanlık da zaten kendi inatçılığı sayesinde galip gelmişti. Zira İslam’dan önce, Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’ndaki yayılışı büyük ölçüde… Hristiyanların göz kamaştıran hoşgörüsüzlüğüne, koşulsuz, saldırgan ve ısrarcı misyoner tavırlarına bağlanabilir. Roma Paganları başlangıçta Hristiyanlara karşı hoşgörülüydü; zira imparatorluk geleneğinde tanrılar başkalarıyla paylaşılırdı. Ama bu Nasraniler neden kendi tanrılarını panteona katıp karşılığında başka tanrıları kabul etmiyorlar diye merak ettiler. Ne yani, bizim tanrılarımız onlar için yeterince iyi değil mi? Fakat Hristiyanlar Roma Paganizmine karşı hoşgörüsüzdü. Hristiyanların maruz kaldığı “zulümler”, çoğunlukla onların panteona ve yerel tanrılara tahammülsüzlüğünden kaynaklanıyordu; tersi değil. Bugün okuduğumuz tarih, Hristiyan tarafınca yazılmıştır, Greko-Romen tarafınca değil6.
Hristiyanlığın yükselişi sırasında Roma tarafı hakkında çok az şey biliyoruz çünkü anlatılar genellikle menakıbnamelerle şekillenmiştir. Örneğin, gardiyanlarını birer birer Hristiyanlaştırdığı ve bu yüzden başı kesildiği anlatılan azize Catherine’in hikayesi var. Ancak... Kendisi belki de hiç var olmadı. Hristiyan azizleri ve “şehitleri” hakkında sayısız anlatı mevcutken, diğer taraftan yani Pagan kahramanlardan geriye pek bir şey kalmamıştır. Bildiklerimiz, imparator Julianus’un Hristiyanlıktan Paganizme dönmeye çalıştığı döneme ve onun Suriye-Yunan kökenli Pagan çevresine ait yazılardan ibaret. Julianus, Paganizme geri dönmeyi denedi ama başarılı olamadı. Bu da çoğu tarihçinin sandığı gibi halkın çoğunun hala Pagan olmasından değil, Hristiyanların çok daha tavizsiz olmasındandı. Hristiyanlık, Nazianzoslu Gregorios ve Kayserili Basilios gibi büyük zihinler çıkarmıştı ama büyük hatip Libanios’la boy ölçüşebilecek kimseye sahip değildi. (Benim sezgisel yargım şudur: Bir kişi ne kadar Pagan ise, zihni o kadar parlaktır; ve o kadar çok anlamlılık ve belirsizlik barındıran düşünceleri kavrayabilir. Protestan Hristiyanlığı, Selefi İslam ya da köktenci ateizm gibi katı ve mutlak inançlar ise belirsizliği kaldıramayan, lafı doğrudan anlamak isteyen vasat zihinlere hitap ederler.)
Aslında Akdeniz’deki “dinler”in ya da daha doğrusu ritüel, davranış ve inanç sistemlerinin tarihine baktığımızda, sistemin bir dine dönüşmesine neden olan bir yönelimin hep baskıcı ve hoşgörüsüz kesim tarafından belirlendiğini görürüz. Musevilik, yalnızca anneden geçen soy kuralı ve kabile temelli yapısı nedeniyle neredeyse sahneden silinecekti. Ancak Hristiyanlık egemen oldu ve aynı nedenlerle İslam da. Ama İslam darken hangi İslam? Aslında pek çok İslam var oldu; sonradan ortaya çıkan birikim, ilk dönemdekilerden oldukça farklıydı. Çünkü İslam (Sünni mezhep) içinde, zamanla en katı gruplar diğerlerine üstün geldi. Bu da inanç sisteminin, artan şekilde onlar tarafından ele geçirilmesine neden oldu. Örneğin Suudi Arabistan’ın kurucuları olan Vahhabiler, türbeleri yıkmaları ve aşırı hoşgörüsüz bir kuralı dayatmalarıyla tanındılar. Bu anlayış daha sonra “IŞİD” (Irak ve Şam/Levant İslam Devleti) tarafından da benimsendi. Sünni İslam’daki her yeni birikim, sanki o mezhebin içindeki en hoşgörüsüz yoruma zemin hazırlamak üzere şekillenmiş gibidir.
Başkalarına Erdem Dayatmak
İşte bu tek taraflılık fikri, bazı yanlış kanıları daha çürütmemize yardımcı olabilir. Peki kitaplar nasıl yasaklanır? Elbette ortalama bir kişiyi rahatsız ettikleri için değil — çünkü çoğu insan pasiftir, umurlarında olmaz ya da yasaklanmasını isteyecek kadar önemsemezler. Geçmişteki örneklere bakılırsa, bazı kitapların yasaklanması ya da bazı kişilerin kara listeye alınması için yalnızca birkaç (kararlı) aktivist yeterlidir. Büyük filozof ve mantıkçı Bertrand Russell, dağınık yaşam tarzı ve sıradışı fikirleri yüzünden kızını onunla aynı ortamda görmek istemeyen öfkeli —ve inatçı— bir annenin yazdığı mektup sayesinde New York City Üniversitesi’ndeki işini kaybetmişti.7
Aynı durum yasaklar için de geçerli görünüyor — en azından, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki alkol yasağı için, ki bu da ilginç mafya hikayelerine yol açmıştı.
Farzedelim ki toplumda ahlaki değerlerin oluşumu, ortak bir uzlaşı sürecinin evriminden kaynaklanmıyor. Tam tersine, topluma erdemi dayatan, tam da bu tahammülsüzlüğü yüzünden en hoşgörüsüz kişidir. Aynı durum hak ve özgürlükler için de geçerlidir.
Dinin işleyişiyle ahlakın aktarım mekanizmalarının, aynen beslenme yasalarında olduğu gibi yeniden normalleşme dinamiklerine tabi olduğuna — ve ahlakın büyük ihtimalle bir azınlık tarafından dayatılan bir şey olduğunu nasıl gösterebileceğimize dair bir içgörü. Bölümün önceki kısımlarında, kurallara uymakla onları çiğnemek arasındaki asimetriyi ele almıştık: Yasa ya da kural tanıyan biri her zaman kurallara uyar; ama suça meyilli ya da daha gevşek ilkelere sahip biri kuralları her zaman çiğnemez. Aynı şekilde, helal beslenme kurallarının güçlü asimetrik etkilerini de tartışmıştık. Şimdi bu iki durumu birleştirelim. Klasik Arapçada 'helal' teriminin yalnızca bir zıttı vardır: 'haram'. Yasal ya da ahlaki herhangi bir kuralın çiğnenmesine —ne olursa olsun— 'haram' denir. Yani haram, yalnızca yeme-içmeyi değil; komşunun karısıyla yatmak, faizle borç vermek (borçlunun riskine ortak olmadan) ya da sırf nefsi sebeplerle ev sahibini öldürmek gibi tüm insan davranışlarını kapsayan aynı yasağı ifade eder. Haram, haramdır — ve bu da asimetriktir.
Bu durumdan şunu görebiliriz: bir ahlaki kural yerleştikten sonra, bu kuralı coğrafi olarak dağılmış ve tavizsiz küçük bir azınlık tüm topluma normu dayatmaya yetecektir. Üzücü haber ise, bir sonraki bölümlerde göreceğimiz üzere, insanlığı bir bütün olarak gözlemleyen bir insanın, insanların genel olarak daha ahlaklı, daha iyi, daha nazik, nefesi daha hoş hale geldiğini sanıp yanılgıya düşebilir; oysa bu sadece insanlığın sadece küçük bir kesimi için geçerlidir.
Azınlık Kuralının İstikrarı: Olasıllıksal Bir Argüman
Azınlık kuralının toplumsal değerlere yön verdiğine dair olasılıksal bir argüman şu şekilde özetlenebilir: Hangi toplum ya da tarihsel döneme bakarsanız bakın, bazı küçük farklar dışında aynı genel ahlaki yasaların geçerli olduğunu görürsünüz. Hırsızlık yapma (en azından kabile içindekilerden çalma); yetimlerin hakkına girme; yoldan rastgele bir adamı antreman niyetine dövme — onun yerine kum torbası kullan (Spartalı değilseniz tabii; Spartalıysanız bile yalnızca sınırlı sayıda köleyi bu amaçla öldürebilirsiniz), ve benzeri yasaklar. Bu kuralların zaman içinde daha evrensel hale geldiğini, kapsama alanlarının giderek genişlediğini gözlemleyebiliriz: Önce köleleri, sonra diğer kabileleri, ardından başka türleri (hayvanları, ekonomistleri) de içine alacak şekilde. Bu yasaların ortak bir özelliği de vardır: Net, ikili ve kesindirler; gri alan tanımazlar. Birazcık hırsızlık yapılamaz ya da cinayet “ılımlı” şekilde işlenemez. Koşer beslenip pazar barbeküsünde “azıcık” domuz eti yenmez.
Bu değerlerin çoğunluktan değil, azınlıktan çıkmış olması muhtemeldir. Neden mi? Şu iki tezi ele alalım:
Paradoksal bir şekilde azınlık kuralının çıkardığı sonuçlar daha istikrarlıdır — Sonuçların değişkenliği daha azdır ve kuralın farklı toplumlarda birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkması daha olasıdır.
Azınlık kuralından doğan şeyler genellikle daha katı ve siyah-beyaz olur.
Mesela, kötü bir insanın insanları topluca zehirlemek için içecek kutularına bir madde eklemek istediğini varsayalım. Birincisi siyanür seçeneği, ki azınlık kuralına uyar: Tek bir damlası bile tüm sıvıyı zehirli hale getirir. İkincisi ise “çoğunluk” tarzı bir zehir; etkili olabilmesi için sıvının yarısından fazlasının zehirli olması gerekir. Şimdi de ters duruma bakalım: Bir akşam yemeği partisinden sonra cesetlerle dolu bir ortam var ve ölüm sebebini araştırmanız gerekiyor. O esnada devreye giren yerel bir Sherlock Holmes, sonucu, yani içeceği içen herkesin ölmüş olmasını göz önünde bulundurarak, kötü adamın birinci seçeneği —yani siyanürü— tercih ettiğini ileri sürer. Çünkü çoğunluk kuralına dayalı bir zehir, ortalamaya yakın dalgalanmalarla birlikte gelir ve genelde yüksek oranda hayatta kalan bırakır.
Toplumsal yasaların siyah-beyaz karakteri şu şekilde açıklanabilir: Varsayalım ki belirli bir düzende, beyazla lacivert karıştırıldığında açık mavi tonları oluşmaz; daha çok lacivert tonları olur. Böyle bir düzen, farklı mavi tonlarına izin veren bir kurala kıyasla lacivert üretme olasılığı çok daha yüksek bir rejimdir.
Popper Paradoksu
Büyük, çok masalı bir akşam yemeğindeydim — şu bildiğiniz, vejetaryen risotto ile etli seçenek arasında seçim yapmanız gereken türden bir davet. Yanımdaki kişinin yemeğinin özel bir tepside, uçak ikramlarını andırır şekilde servis edildiğini fark ettim (çatal bıçak dahil). Yemekler alüminyum folyoyla kaplanmıştı. Belli ki ultra-Koşerdi. Aynı masada prosciutto (domuz jambonu) yiyen ve hatta tereyağıyla eti aynı yemekte karıştıranlarla oturmak onu rahatsız etmiyordu. Tek istediği, kendi tercihlerine uygun şekilde yemeğini yemekte özgür bırakılmaktı.
Museviler ve Şiiler, Sufiler, Dürziler ve Aleviler gibi Müslüman azınlıklar için amaç, genel olarak (tarihsel istisnalar hariç) kendi hallerinde bırakılıp beslenme tercihlerini yerine getirebilmektir. Ancak eğer yanımda oturan kişi bir Sünni Selefi olsaydı, odadaki herkesin Helal yemesini isterdi. Belki de sadece o odanın değil, tüm binanın. Hatta tüm kasabanın. Tercihen tüm ülkenin. Mümkünse tüm gezegenin. Nitekim, din ile devletin, kutsal ile gündelik olanın birbirinden hiç ayrılmadığı bir bakış açısından (bkz. Bölüm x), onun için Haram —yani Helal’in zıttı— kelimenin tam anlamıyla “yasadışı” demektir. Dolayısıyla, ona göre odadaki herkes yasalara aykırı davranıyordu.
Şu satırları kaleme aldığım anda, Selefi köktendincilere karşı yürütülecek müdahaleci politikaların Batı’nın özgürlükçü yapısını zayıflatıp zayıflatmayacağı üzerine hararetli tartışmalar sürüyor.
Demokrasi —tanımı gereği çoğunluk yönetimi— düşmanlarını hoşgörebilir mi? Asıl soru şu: “İfade özgürlüğünü yasaklama hedefi bulunan her siyasi partiye ifade özgürlüğü tanımamayı kabul eder miydiniz?” Bir adım daha ileri gidelim: “Hoşgörülü olmayı seçmiş bir toplum, hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörüsüz olmalı mı?”
Aslında bu, mantıksal tutarlılık konusunun büyük üstadı Kurt Gödel’in vatandaşlık sınavına girerken anayasa metninde fark ettiği çelişkidir. Rivayete göre Gödel, sınav sırasında yargıçla tartışmaya başlamış; o esnada tanık olan Einstein araya girip onu kurtarmıştır.
Mantıksal tutarsızlıkları olan bazı insanların bana “şüpheciliğe karşı da şüpheci mi olunmalı?” diye sorduklarından bahsetmiştim; buna Karl Popper’ın “yanlışlanabilirlik yanlışlanabilir mi?” sorusuna verdiği cevaba benzer bir yanıt vermiştim.
Bu tür sorulara azınlık kuralı üzerinden cevap verebiliriz: Evet, hoşgörüsüz bir azınlık demokrasiyi kontrol edebilir ve yok edebilir. Aslında gördüğümüz üzere, sonunda muhakkak dünyamızı da yok edecektir.
Dolayısızla, hoşgörüsüz azınlıkların bir kısmına karşı, bizim daha da hoşgörüsüz olmamız gerekir. Başkalarının din özgürlüğünü reddeden hoşgörüsüz Selefilik gibi bir düşünceye karşı “Amerikan değerleri” ya da “Batılı ilkeler” temelinde yaklaşmak kabul edilemez. Batı medeniyeti, şu anda adım adım intihara sürüklenmektedir.
Piyasaların ve Bilimin Saygısızlığı
Şimdi de piyasaları ele alalım. Piyasalar, katılımcıların toplamından ibaret değildir; fiyat değişimleri, en motive alıcı ve satıcının eylemlerini yansıtır. Evet, en kararlı olan yön verir. Bu yalnızca traderların (yatırımcıların) anlayabildiği bir şeydir: Bir fiyatın tek bir satıcı yüzünden yüzde on düşebileceğini nedenini anlamak. Gereken tek şey inatçı bir satıcıdır. Piyasalar, gelen itkiye (impetus) orantısız bir şekilde tepki verir. Şu anda küresel borsa piyasaları toplamda otuz trilyon dolardan fazladır; ancak 2008’de yalnızca elli milyar dolarlık bir emir —toplamın yüzde 0.2’sinden az— piyasaların yaklaşık yüzde on düşmesine ve yaklaşık üç trilyon dolar kayba yol açtı. Bu, Paris merkezli Société Générale bankasının, kaçak bir trader’ın gerçekleştirdiği gizli alımı fark edip pozisyonu tersine çevirmek istemesiyle verdiği bir emirdi. Peki piyasalar neden bu kadar orantısız tepki verdi? Çünkü bu emir tek yönlüydü — tavizsizdi. Satmak istiyorlardı ama fikir değiştirme ihtimalleri yoktu. Kendi ifademle:
Piyasa küçük bir kapısı olan büyük bir sinema salonuna benzer.
Ve bir enayiyi (mesela tipik bir finans gazetecisini) ayırt etmenin en iyi yolu, onun dikkatinin salonun büyüklüğüne mi yoksa kapının büyüklüğüne mi odaklandığını gözlemlemektir. Panikler sinema salonlarında yaşanır —örneğin birisi “yangın” diye bağırdığında— çünkü dışarı çıkmak isteyenler, içeride kalmayı kesinlikle istemez. Bu da tam olarak, daha önce koşer kurallarında gördüğümüz o koşulsuzlukla aynıdır.
Bilim de benzer şekilde işler. Azınlık kuralının Karl Popper’ın bilim anlayışının temelinde nasıl yer aldığını ileride tartışacağız. Ama şimdilik, daha eğlenceli bir örnek olarak Feynman’a bakalım. “Başkalarının Ne Düşündüğünden Sana Ne?” adlı kitabında, dönemin en alaycı ve oyunbaz bilim insanı olan Richard Feynman, bilimin temelindeki saygısızlığı —ya da normları umursamayan doğasını— aktarır. Tıpkı koşer asimetrisinde olduğu gibi, bilimde de benzer bir mekanizma işler. Nasıl mı? Bilim, bilim insanlarının fikirlerinin toplamı değildir. Tıpkı piyasalar gibi, son derece tek yönlü ve asimetrik bir süreçtir. Bir şey çürütüldüğünde, artık yanlıştır. Bilim böyle çalışır. (Ekonomi ve siyaset bilimi gibi, daha çok gösterişli eğlenceye benzeyen disiplinleri bir kenara bırakalım.) Eğer bilim çoğunluk oyuyla ilerleseydi, hala Orta Çağ’da olurduk ve Einstein başladığı gibi, meyve vermeyen yan uğraşları olan bir patent memuru olarak kalırdı.
Büyük İskender, “Bir koyun tarafından komuta edilen aslan ordusundan korkmam; ama bir aslan tarafından komuta edilen koyun ordusundan korkarım.” demiştir. Büyük İskender (ya da en azından bu muhtemelen uydurma sözün sahibi kimse) buradaki asıl fikri, yani aktif, tavizsiz ve cesur bir azınlığın gücünü kavramıştır. Hannibal, on beş yıl boyunca Roma’yı küçük bir paralı asker ordusuyla dehşete düşürmüş, her birinde sayıca üstün olan Roma ordularına karşı yirmi iki zafer kazanmıştır. Onun da ilham aldığı şey bu tür bir anlayıştır. Cannae Savaşı’nda, Roma ordusunun sayıca üstünlüğünden şikayet eden Gisco’ya şöyle demiştir: “Sayılarından daha etkileyici bir şey var… O koca kalabalığın içinde bir tane Gisco yok.”8
Unus sed leo: Tek, ama aslan
Bu inatçı cesaretinden doğan büyük kazanç yalnızca askeri alanda görülmez. Toplumun gelişimi, ister ekonomik ister ahlaki bakımdan olsun, küçük bir azınlık sayesinde gerçekleşir. Bu bölümü, toplumun durumundaki "taşın altındaki el" ilkesinin rolüne dair bir gözlemle kapatıyoruz: Toplum uzlaşmayla, oylamayla, çoğunlukla, komitelerle, gevezelik dolu toplantılarla, akademik seminerlerle ya da anketlerle evrilmez. Dengeleri değiştirmek için az sayıda insan yeterlidir. Gerekli olan tek şey bir yerlerde asimetrik bir kuralın bulunmasıdır. Ve asimetri, her şeyde kendini gösterir.
Yazar: Nassim Nicholas Taleb
Çevirmen: Katharsis
Editör: H. Kunelciyan
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayın
Yorum yapmayı unutmayın.
Edmund Burke (1729–1797), İngiliz bir devlet adamı, filozof ve modern muhafazakarlığın öncülerinden biridir. Fransız Devrimi’nin hızlı ve köklü değişimlerini eleştirerek, toplumsal düzenin geleneklere ve yavaş evrime dayalı olarak korunması gerektiğini savunmuştur.
Amir-Reza Amini’ye teşekkürler
Şu sıralar Birleşik Krallık’ta bir tartışma söz konusu: Normanlar (1066’da İngiltere’yi fetheden Fransa kökenli halk), orada bıraktıkları genlerden çok, tarih kitaplarında daha fazla metin ve görsel bırakmış durumda.
Bu kuralın bölgelere ve İslam mezheplerine göre bazı küçük farklılıklar gösterdiğini not etmek gerekir. İlk kural, Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenebilmesi için erkeğin Müslüman olması gerektiğidir. Uygulamada ise, birçok ülkede her iki tarafın da Müslüman olması gerekebilmektedir.
Orta Çağ İspanyası’nda, baskı altında Hristiyan görünen ancak gizlice Museviliği sürdüren kişilerin dönüşüm biçimi.
Roma dünyasında geçerli olan çeşitli ibadet biçimleri halk tarafından eşit derecede doğru, filozoflarca eşit derecede yanlış, yöneticiler tarafından ise eşit derecede faydalı görülürdü. Bu sayede hoşgörü yalnızca karşılıklı tahammülü değil, aynı zamanda dinsel uyumu da beraberinde getirirdi. — Gibbon
“Dünyayı küçük bir grup düşünceli yurttaşın değiştirebileceğinden asla şüphe etmeyin. Nitekim bugüne dek dünyayı değiştiren tek şey de budur.” — Margaret Mead
Kartacalılar isim çeşitliliği açısından pek zengin görünmüyor: Tarihçileri şaşırtan çok sayıda Hamilcar ve Hasdrubal var. Aynı şekilde, Gisco isminden de fazlasıyla bulunuyor — Flaubert’nin Salammbô adlı eserindeki karakter de buna bir örnek: A Dictionary of Greek and Roman Biography and Mythology: Earinus-Nyx