Sağ Siyasetin Temel İlkesi
Okuyacağınız pasaj Raymond Ruyer’in Le Sceptique Resolu (1979) adlı eserinden alıntıdır.
Eşitlikçilik Karşıtlığı ve Sağ Siyaset
Sağ ve Sol arasındaki temel ayrımın, ''eşitliğe inanmak '' ve ''eşitsizliği doğal kabul etmek'' arasında olduğunu söylemek mümkün müdür?
Sağcı olmanın özünde eşitlikçiliğe karşı çıkmak olduğu öne sürülür (özellikle Alain de Benoist tarafından, 1977 yılında yayımlanan Seen from the Right [Sağdan Bakıldığında] adlı eserinde). Bu görüşe göre, bir sağcı doğal hiyerarşilere ve bu hiyerarşilerin ortadan kaldırılmak istendiğinde kendilerini yeniden dayatacağına inanır.
Aynı görüşe göre, bir solcu halklar arasında ve bu halkı oluşturan bireyler arasında temel bir eşitliğe inanır. Irklar etnik gruplardan ibarettir ve etnik gruplar da biyolojik olmaktan çok kültüreldir. Aralarındaki eşitsizlikler geçici ve tarihsel koşullara bağlı olarak değişkendir. Bireyler arasındaki başarı farkları, doğuştan gelen yeteneklerden ya da kalıtsal faktörlerden ziyade eğitime ve kurumlara bağlıdır. Hiyerarşiler yapay ve tutarsız yapılar olup, sürekli tartışmaya açık olması ve tartışılması gereken yapılardır. Bu hiyerarşileri oluşturan kurumlar da geçici yapıdadır. Eğer kurumları değiştirirseniz, hiyerarşileri de değiştirirsiniz.
Eğer eşitlik karşıtı kriterler doğru olsaydı, “Sağcı olmak” aslında “insanların doğal eşitsizliğine inanmak” demek –ve bu inançtan sonuç çıkarmak– anlamına gelseydi, bu Sağın geleceği için üzücü olurdu.
Tarih boyunca aristokratlar, oligarşiler ve dinamik azınlıklar neredeyse her zaman yönetimi ellerinde tutmuştur. İktidarları, kabul etseler de etmeseler de tanım gereği eşitlikçilik karşıtıdır. Ancak demokratik bir rejimde kendini “eşitlik karşıtı” ilan etmek intihar olur. Seçimlerde bir adayın “Ben insanların doğal olarak ve telafisi mümkün olmayan bir şekilde eşit olmadığına inanıyorum. Bana oy verin!” demesi “Kendimi üstün görüyorum” ya da en azından “Benim partim en seçkinlerin, Optimates1 sınıfının ve aristokratların partisidir” demek ile eşdeğerdir.
Eğer halk uyanıksa, boyun eğmiş ya da sersem değilse, bu tarz bir hitap onları konuşmacıyı yuhalatmaya iter: “Aristokratlar darağacına!”
Üstelik “eşitlik karşıtlarına” gösterilen bu tepki öylesine doğaldır ki, haklılık kazanır. Hangi onurlu ve vicdan sahibi insan kendisine “aşağılık” denmesini kabul edebilir? Tarih de bize gösteriyor ki, bu isyan duygusu insanı yüksek mevkilere taşıyabilir.
Eşitlikçiliğe karşı çıkmak, olgusal olarak hatalı değildir. Bu görüşü destekleyen ve bilimsel argümanlar vardır. Bireyler arasındaki doğal eşitsizlik kolayca inkar edilemez ve eğitim bunu düzeltme konusunda kadiri mutlak değildir. Irklar ya da etnik gruplar arasındaki eşitsizlik daha tartışmalıdır, ancak meşru bir şekilde öne sürülebilir.
Ancak eşitsizliği savunan her teori, “sanal olgular” olarak adlandırabileceğimiz savlar ile çatışır. Günümüzde özellikle güçlü inançlar ve heyecanlarla desteklenen kurumların ve eğitimin gücünü sınırlamak zordur. Dolayısıyla şu an için eşitlik karşıtı tez olgusal olarak doğru olsa da, bu sanal düzlemde daima yanlış gibi görünür ya da gerçekten öyledir.
Ayrıca bu yaklaşım, nezaketsizlik addedilir. Tıpkı küçük bir çocuğun bir yaşlıya yaşını sorduktan sonra “Çok da vaktin kalmamış!” demesi gibi. Nezaketi bir kenara bırakmak etkili olabilir, ama her şeyin fazlası zarardır.
Sağ Siyasetin Temel İlkesi
Sağ ve sol görüşler arasındaki temel ve esas karşıtlık daha çok şu şekildedir: Ya insan arzularına ve iradesine aşılmaz sınırlar koyan kanunlar ve normların, yani olanakların mutlak gücüne; ya da insan iradesi ve özgürlüğünün, yeni olanaklar ve normlar yaratacak kadar güçlü ve yaratıcı olduğuna inanmak.
Bu iki inançtan ilkini benimseyenler sağcıdır. Onlar kibirli, kırıcı ya da nezaketsiz olmakla suçlanamaz; gurura kapılmazlar, solculara karşı incitici bir söz de söylemezler. Aksine, özgürlüğün mutlak gücüne inananlar –yani Sol’un irade savunucuları– doğanın ve insan doğasının ötesine geçebileceklerini düşünerek, sınırları zorlayan taraf gibi görünürler; bu tür bir sınır ihlalinin getirdiği tüm risklerle birlikte.
Doğa yasalarının insan iradesini aşan mutlak gücüne inanmak, bir tür alçakgönüllülüktür. Üstelik bu alçakgönüllülük hem halkı yönetenlere (seçimle gelmiş olsun ya da olmasın, ister demokratik ister geleneksel ya da karizmatik) hem de yönetilenler için geçerlidir. Her iki taraf da yüksek sesle şunu ilan edebilir: “Dieu et mon droit!”2
Dahası, sağ ve solun bu şekilde tanımlanması, solun da en az sağ kadar meşru ve rasyonel olabileceğini gösterir. Hatta sol, muhafazakar geleneklerin kurgusal kalıplarından sıyrılıp özündeki etkin değeri ortaya çıkardığında, daha da rasyonel olabilir.
Bunun dışında, başka bir açıdan da daha rasyoneldir. Seçim öncesi çekişmelerin entelektüel karmaşası ve kötü niyetinden uzak, düşünce derneklerinin sakin ve felsefi ortamlarında yapılan siyaset tartışmaları, solcuların sağ düşünceye karşı çarpıcı ve sarsıcı, “Medusa Başı”3 niteliğinde tek bir argümanına sahip olduklarını çabucak ortaya koyar. Bu argüman, “tarihin seyri” argümanıdır: progresif düşünür şöyle der: “Ben tarihin doğru tarafındayım. Sol önümüzdeki seçimleri kazanır ya da kazanmaz, önemli değil. Tarihin akışı bizim yanımızda. Siz muhafazakarlar ya da gericiler ise tarihin reddettiği kalıplara tutunuyorsunuz.” Hatta şöyle ekleyebilir: “Ben de siz muhafazakarlar kadar, doğal yasaların mutlak gücüne ve insan istekleri ile iradesinin ötesinde bir mantığa inanıyorum. Ancak bu gücün sabit ve hareketsiz değil, kendi kendini harekete geçiren, diyalektik bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum. Siz muhafazakarlar bu mantık ve yasaları yalnızca güncel durum içinde ya da geçmişin güncel mirasında görüyorsunuz. Biz ise onları tarihsel evrim içinde, zaman ve gelecekte faal/etkin halde görüyoruz. Tarihin akışına boyun eğmek, aynı zamanda bu ebedi yasalara da uymaktır.”
Geleneksel sağdan bir muhafazakar, bu “akademik” sola karşılık vermekte zorlanır. Genellikle o da kendi açısından bir reformcu ve ilerlemecidir olduğunu söyleyerek yanıt verir: “Düzen ve İlerleme.”
Aslında daha yerinde bir yanıt şudur: İlericiler, geleceğe dair sürekli yaptıkları konuşmalarda –hem daha özgür, hem daha eşit; hem doğayla uyumlu, hem de daha kültürlü bir toplum hayaliyle– katı ve bağlayıcı bir diyalektiğin mantığına uymaktan çok, kendi iç çelişkileriyle dolu arzularını geleceğe yansıtırlar. Gelenekçi muhafazakarlar, uzun zaman dilimlerinin ve uzun vadeli hayatta kalmanın zorunluluklarını, ailevi ve ulusal disiplinin mutlak gerekliliğini, sağlıklı demografiyi ve kanıtlanmış geleneklere dini bir saygıyı çok daha iyi anlarlar. Progresiflerin ardı ardına yaptığı özgürleştirmeler, çoğu zaman geçmişten ve şimdiden geleceğe uzanan bir köprünün kemerlerinin yıkılması gibidir. Bu süreç, insan iradesi ya da tarihin şekillendirdiği kurumların, kontrolsüz bir şekilde çözülmesine benzer.
Tarih boyunca yaşanan büyük değişimlerin gölgesinde –Orta Çağ Hıristiyanlığından merkeziyetçi monarşilere, feodalizmden kent komünlerine, sanat ve zanaatlardan sanayi kapitalizmine, liberal kapitalizmden devlet kapitalizmine– genellikle progresifler geleneklerin çözülmesinin ya da demografik çöküşün her büyük kurumun yıkımına yol açabileceğini ve mikro-intihar yaşayan, hücresel bir hastalıkla sarsılan bir toplumun geleceğinin olmadığını unuturlar.
Şöyle de yanıt verilebilir: Sol, çoğunlukla geçici bir sapmayı tarihin gidişi sanmakla ve bu anormal eğriyi düz bir çizgi olarak görmekle yanılır. Rouen ile La Bouille arasındaki Seine Nehri’nin su damlaları, kendilerini gerçekten Atlantik Okyanusu’na doğru gidiyor zannedebilir, oysa Manş Denizi’ne doğru akarlar. Sol, keyfi çıkarımlar yapar ve mantığını yanıltıcı analojilere dayandırır. Tarihin, “olanaklar” vadisiyle çevrili olmakla beraber aşılması mümkün olmayan “olanaksızlıklar” sınırları içinde bir sinüs eğrisi halinde ilerlediğini unutur – bu sınırlar, tarih yolunu kaybettiğinde, onu düzeltir ya da geri döndürür. İnsanlık tarihi, imparatorluk içinde bir imparatorluk değildir. Nehir akar ve kıvrılır, ama her zaman “ebedinin bakışı” altındadır.
Bugün bu akış; kültürde, iş hayatında, ahlakta, eğitimde, ailede, her alanda özgürleşmeyi desteklediği için, Sol gelecekte daha incelikle özgürleşmeler göreceğimizi hayal eder. İnsanların hem esnek, rahat, bağlayıcı olmayan hem de sağlam bir düzen içinde yaşamaya devam edeceğini; ailelerin hem dağılmış hem de çocuklar için güven verici olacağını; ulusların da hem Epikourosçu4 hem kahramanca, hem Atinalı hem de Spartalı5 olacağını düşünür.
O sarsıcı ve afallatıcı argümana gelecek olursak, “Ben tarihin doğru tarafındayım” diyen ilericiye, sağcı şöyle yanıt verebilir: “Benim yanımda çok daha güçlü bir ilke var: imkansız olan asla gerçekleşemez. Öz tutarlılık ve denge yasalarını, kayda değer bir süre boyunca ve yıkılması kaçınılmaz olmadan çiğneyemeyiz. “İnanmadığınız kişisel tanrının ötesinde bir Kozmos Tanrısı, uzun tarihin Tanrısı, Tao6 Tanrısı vardır; bu Tanrı, intihar etmeden reddedilemez.”
Çevirmen: Katharsis
Editör: Fahri Tüfenktürk
Optimates (En İyiler): Roma Cumhuriyetinin son dönemlerinde ortaya çıkmış olan aristokratik klik
“Tanrı ve benim hakkım” anlamına gelen, İngiltere ve İngiliz kraliyet ailesinin tarihi sloganı.
Medusa Başı, Yunan mitolojisinde bakışlarıyla karşısındakini taşa çeviren canavar Medusa'nın kafasını simgeler.
Epikouros felsefesi taraftarı, keyfine ve hazza düşkün
Atinalı ve Spartalı terimleri, antik Yunan’da Atina’nın demokratik, kültürel ve entelektüel yapısını; Sparta’nın ise disiplinli, askeri ve kolektivist yapısını simgeler.
Tao, Çin felsefesinde “yol”, “doğa yasası” veya “evrenin temel prensibi” anlamına gelir.